Canlar Forumu Türkü Forumu
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Kurşunlar Hepimize | Yazı Dizisi

Aşağa gitmek

Kurşunlar Hepimize | Yazı Dizisi Empty Kurşunlar Hepimize | Yazı Dizisi

Mesaj tarafından candost32 Perş. Ara. 17, 2009 7:54 pm

Kurşunlar Hepimize AHMET TANER KIŞLALI Yazı Dizisi (5)
Dinci Basın Kışkırttı



Prof. Dr. Kışlalı, sabah evinin önünde uğradığı bombalı suikast sonucu yaşamını yitirdi

Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı, 21 Ekim 1999 günü sabah evinin önünde uğradığı bombalı suikast sonucu yaşamını yitirdi.

Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı, saat 9.28’de ertesi gün yayımlanacak yazısını Cumhuriyet gazetesine faksladıktan sonra, İletişim Fakültesi’nde 2. sınıflara vereceği “Cumhuriyet” dersine gitmek üzere Çayyolu Engürü Sitesi’ndeki evinden çıkarak kaldırımın önündeki “06 GK 377” plakalı Volkswagen Passat marka otomobiline yöneldi. Otomobilinin ön camının önünde silecekle kaporta arasına sıkıştırılmış olan gazete kâğıdına sarılı paketi gördü. Sağ eliyle otomobilinin kapısını açarken, sol eliyle paketi aldığı sırada patlama gerçekleşti.

Bazı basın kuruluşlarını telefonla arayan kişi ya da kişilerin, suikastı İBDA-C adına üstlendikleri açıklandı.

Ahmet Taner Kışlalı’ya yönelik bombalı suikast, öğrencileri ve okurlarını üzüntüye boğdu. Olayın duyulmasının ardından, Bayındır Tıp Hastanesi çok sayıda siyasinin, öğrencilerinin ve okurlarının akınına uğradı.

Okur ve yurttaşlar Cumhuriyet gazetesine gönderdikleri fakslar ve telefonlarla üzüntülerini dile getirirken, “Bu suikast laikliğe karşı olanların, yolsuzluk ve yobazlığı besleyenlerin, ****** devrimlerine karşı olanların gerçek yüzünü gözler önüne sermektedir” mesajlarıyla suikastı kınadılar. Siyasiler yaptıkları açıklamalarda, sadece “üzgün” olduklarını belirtmekle yetindiler.

Ahmet Taner Kışlalı’nın evinin bulunduğu sokak yurttaşların protestolarına sahne oldu. Kışlalı’nın sevenlerinin ziyaretleri olaydan sonraki günlerde de sürdü. Okurları, sevenleri ve öğrencileri evinin önüne karanfiller bırakarak mumlar yaktılar.

Fotoğraftaki çarpı

Cumhuriyetin temel kazanımlarına ve ****** ilke ve devrimlerine karşı kışkırtıcı yayınlarıyla saldıran dinci basın, diğer Cumhuriyet yazarlarına saldırdığı gibi, Ahmet Taner Kışlalı’yı da hedef göstermişti. 13 Mayıs 1999 tarihli sayısında, fotoğrafının üzerine çarpılar koyarak “Yuh pişkin zorba”, “Zorba Kemalist gemi azıya aldı” başlıkları atan Akit gazetesi, hedef gösterme kampanyasında başı çekiyordu. Kışlalı, diğer bütün Cumhuriyet yazarları gibi, canı pahasına da olsa ilkelerinden ödün vermedi.

Benzeri Var mı?..

Cumhuriyet gazetesi 22 Ekim günü “Hedef Cumhuriyet” manşetiyle çıktı. “Benzeri Var mı?” başlıklı başyazıda şu görüşler dile getirildi:

“Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanları, gazetemizi hedef olarak görüyorlar. Dünya tarihinde benzeri görülmemiş bir olay yaşanıyor. Devletin ve hükümetlerin gözleri önünde, Cumhuriyet yazarları birbiri ardından öldürülüyorlar; Cumhuriyet’te yazarlık yapmak, ölümle sınava girmek anlamını kazanıyor.

Bırakınız hukuk devletini, bırakınız demokrasiyi bir yana; böyle bir olayın yaşandığı ‘kanun devleti’ olabilir mi?.. En önemlisi, sorumuzu yanıtlayabilecek sorumlulukta bir ‘merci’ Türkiye’de kaldı mı?..”

Su tartışması

Kışlalı’nın otomobilinin alev almasının ardından söndürmek için çevrede bulunan beton kamyonlarından su sıkıldı. Jandarma yetkilileri, bu işlem sırasında kanıtların bazılarının kaybolduğunu söylediler. İçişleri Bakanı Sadettin Tantan, suikastı aydınlatmak için teknolojinin bütün olanaklarını kullandıklarını belirtti. Tantan, kanıtların kaybolduğu değerlendirmeleri konusunda ise, “Su hadisesi güvenlik güçlerinin müdahalesinin öncesinde olmuş. Vatandaşlar yanan aracı söndürüp soğutabilmek için su sıkmışlar” dedi. Araca su sıkılarak kanıtların kaybedilmesi 24 Ocak 1993’te Uğur Mumcu’nun katledildiği olayın ardından yürütülen soruşturmanın akıbetini akıllara getirirken, Kışlalı’nın öldürülmesinin ardından kamuoyunca sorulan pek çok soru da yanıtsız kaldı.

Avrupa’nın merkezi Köln kentinde bulunan ve “Hilafet Devleti” adı altında, Türkiye’de şeriata dayalı bir İslam devleti kurmak için çalışan Kaplancıların yayın organı “Ümmet-i Muhammed” gazetesinde yayımlanan haberde, Kışlalı için “Bir Kemalist kâfir daha ortadan kalktı” denildi.

Kaplancıların Köln’de basılan ve Almanya’da neredeyse tüm camilerde ücretsiz olarak dağıtılan haftalık gazetelerinde verdikleri haberde şöyle denildi: “Laik ve demokrat kafa yapısıyla kâfirlikte en uç noktada bir yerde, kâfirliğin en olgunlaşmış döneminde, her fanide olduğu gibi Allah’ın takdir ettiği öyle ya da böyle bir çeşit ölümle bir Kemalist kâfir daha ortadan kalktı, elhamdülillah. Adı, Ahmet Taner Kışlalı. Bu herif, laik dinsiz kafa yapısıyla görev yaptığı üniversitede ders verdiği şu kadar genci kâfirleştiriyor.”

“Bir hiç için ölmedi”

Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı’nın kızları Dolunay Uluç ile Altınay Kışlalı yaptıkları yazılı açıklamada, Türk insanına güvenlerinin altını çizerken, failin meçhul olmadığını vurguladılar. Uluç ve Kışlalı, “Babamızın bir hiç için ölmediğine de inanmak istiyoruz. Bu nedenle, beklentimiz sadece güvenlik birimlerinden değil, TBMM’den, hükümetten, tüm demokratik parti ve kurumlardan ve en önemlisi tepkisini barışçı, uygar ve demokratik yollarla göstererek demokratik sistemin rayına oturmasında katkıda bulunma gücüne sahip olan kamuoyundandır” dediler.

‘Türkiye Cumhuriyeti için ölüm yok’

Cumhuriyet gazetesi Yayın Kurulu Başkanı İlhan Selçuk, Ankara’da Cumhuriyet gazetesinin önünde yapılan törende “Arkadaşlar, bu cinayeti işleyen katillere bin kere lanet olsun. Ama bu cinayeti işletecek ortamı yaratan ve devrimci, laik, demokratik, insan haklarına dayalı Cumhuriyetin amaçlarında birleşen insanları bölenlere de lanet olsun” dedi.

Selçuk, sözlerini, “Burada ben inanıyorum, bu süreç içinde Cumhuriyet yazarları tek tek öldürülseler de, kaybolsalar da laik Türkiye Cumhuriyeti yaşayacaktır. Laik Türkiye Cumhuriyeti ve Cumhuriyet gazetesi bir bütündür. İki Cumhuriyet birbirinden ayrılamaz. Birinin yaşaması öbürünün yaşamasını besleyecek, destekleyecektir. Bugünden tezi yok seferberliğe geçerek görevimizi yerine getirmiş olacağız. Ahmet Taner Kışlalı’yı kucaklayıp, güzel yolculuklar diliyorum. Eminim ki o her zaman yaşayacaktır” diye tamamladı.


O HEP BARIŞI SAVUNDU

Prof. Ahmet Taner Kışlalı, öldürülmesinden kısa bir süre önce, 8 Haziran 1999’da, Erkan Tan ile yaptığı televizyon söyleşisinde terorizme ve teröristlere ilişkin olarak şunları söylüyordu:

“Nasıl bir insan başka bir insana karşı bu kadar acımasız olabilir? Sorun psikolojik gözüküyor ama bir toplum bu tür insanları yaratmışsa, o toplumun yapısında da bir bozukluk var demektir. Sosyolojik olarak teröre bakınca görüyoruz ki bu, güçsüzün başvurduğu bir yöntemdir. Bu, tarih kadar eski… 12. yüzyılda, tarikat kurucusu Hasan Sabbah İran’da başlatıyor terörü ve bugünkü yöntemlerin hemen hepsi o zaman kullanılmış…

Nasıl yaklaşmalı terör olayına?.. Basının sorumluluğu çok büyük çünkü terörist için öldürdüğü kişi önemli değil, bazen bilmiyorlar bile kim olduğunu… Getireceği ses önemli! Eğer eyleminden sonra umduğu sesi uyandırırsa bu umut kırıcı bir olay… Burada çok dikkatli olmalı. Terör Fransızca bir kelime. Panik yaratmak, huzur bozmak, sizi akıldan ve akılcı yaklaşımdan uzaklaştırmak, duygusal ve zayıf kılmak hedef… Bu durumda, masum, günahsız insanların öldürüldüğünü vurgulamak önemli. ‘İstediğin kadar günahsız, silahsız, korumasız insanlara saldır, öldür. Bu, senin amacına hizmet etmeyecek. Şiddete başvurmadan, barışçı yollardan amacına daha çok hizmet edebilirsin.’ Bunu göstermek, anlatmak önemli.”


KİLİT İSİM HÂLÂ FİRARDA

2000 yılında, UMUT operasyonu çerçevesinde yürütülen soruşturmada, aralarında Prof. Muammer Aksoy, Uğur Mumcu, Prof. Ahmet Taner Kışlalı ile Doç. Bahriye Üçok suikastlarına katılan Tevhid/Selam örgütünün çok sayıda üyesi yakalandı. UMUT davasında, Kışlalı suikastına katılanlardan “Tekin” kod adlı Ferhat Özmen, Necdet Yüksel, Rüştü Aytufan, “anayasal düzeni silah zoruyla değiştirmeye teşebbüs” suçundan idama çarptırıldı. Daha sonra cezalar ömür boyu ağır hapis cezasına çevrildi. Özmen’in hazırladığı bombayı Yüksel’in gözcülüğünde Aytufan araca yerleştirdi. Araca bombayı koyan Aytufan Çeçenistan’a gitmeye hazırlanırken Sapanca’da yakalandı. Özmen ile Yüksel’in suikasta birlikte katıldıklarını söyledikleri Oğuz Demir ise hâlâ yakalanamadı.


Mahmut Kışlalı: Bu cinayeti ****** karşıtları gerçekleştirdi
Ahmet Taner Kışlalı’nın ağabeyi Mahmut Kışlalı, kardeşini şu cümlelerle anlattı: Bizim annemiz ilkokul öğretmeniydi, babam da Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Ziraat Bankası’nda çalışmaya başlamış, Zile’ye atanmışlardı. Ahmet, Zile’de dünyaya geldi.

Savaş yıllarıydı, çok zor koşullar altında yaşıyorduk. Kâğıdın kalemin bile olmadığı yıllardı. Ahmet’in daha okuması yazması yoktu, ama resim yapmaya büyük bir ilgisi vardı. O yıllarda eline geçirdiği kalemlerle duvara resim çizerdi. Boy aynasının karşısına geçer konuşmalar yapardı.

Ahmet ilkokula Zile’de başladı. Çok iyi hatırlıyorum, bütün gün kitap okur, elinden hiç kitap düşmezdi. Okumaya ilgisi o yaşlarda başladı. Sinemaya gider, sinemadan dönünce bir buçuk saat anneme filmi anlatırdı.

Annem ve babam, ağabeyim Mehmet Ali ile beni Galatasaray Lisesi’ne gönderdiler. Çok büyük sıkıntılara katlandılar. Ahmet, Kilis Ortaokulu’nda okudu. O yıllarda, çok ilginçtir, Kilis’te çıkan haftalık gazetelerde edebi yazılar yazıyordu. Yine ortaokulda okurken, milli bayramlarda Ahmet’e konuşma yaptırmaya başlamışlar.

Liseyi bitirince, Ankara’ya geldi. Ağabeyim Mehmet Ali de Ankara’da gazeteciliğe başlamıştı. Ahmet, Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne girdi. Burayı bitirince, Fransa’ya doktora yapmaya gönderdiler. Ben o sıralarda Kuzey Almanya’daydım. Fransa’ya gidip geliyordum, onunla görüşüyorduk.

Ahmet Türkiye’ye döndü, Hacettepe Üniversitesi’nde hocalık yapmaya başladı. Zamanla, dersini dinlemek için başka fakültelerden de öğrenciler gelmeye başladı. Birçok öğrenci bana gelip, “Sınıfında yer kalmadı bize torpil yapsın, biz dersine girmek istiyoruz” derlerdi. Vereceği derslere iyi hazırlanırdı, bunu fark etmemek olanaksızdı.

Askerlik dönüşü, Hacettepe Üniversitesi’ndeki görevini sürdüremedi. Üniversiteden ona “Sizin dersiniz kaldırıldı” dendi. Ahmet bunun üzerine Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne geçti. Yankı dergisinde yazmaya başladı. Ondan sonra, biliyorsunuz bakan oldu.

Kalemi de çok iyiydi. Öğrencileri ve okuyucuları üzerinde etkili bir insandı. Cumhuriyet’te yazmaya başladığında bazı tehditler olmuş, ama fazla konuşmazdı bu konuda. Benim düşüncem şu, bu cinayeti ****** karşıtları gerçekleştirdi. İlk davaya katıldım, sanıkların durumlarına acıdım. Hiçbirinin Ahmet’in bir yazısını okuduğunu sanmıyorum…

SON KİTABI: BEN DEMOKRAT DEĞİLİM

Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı’nın yaşamını yitirdiği bombalı suikasttan bir gün önce “Ben Demokrat Değilim” adlı kitabını baskıya gönderdiği ortaya çıktı.

Kışlalı, “Cumhuriyet mi, demokrasi mi” tartışmasına tepkisini kitabına verdiği “Ben Demokrat Değilim” adıyla ortaya koyuyor, “Demokrasi uğruna Cumhuriyetin yıkılmasına izin verilmeli mi” sorusuna, “Hayır” yanıtını veriyor ve “Çünkü eğer Cumhuriyeti koruyabilirseniz, yitirdiğiniz demokrasiye bir gün yeniden kavuşabilirsiniz. Ama eğer Cumhuriyeti yitirirseniz, demokrasiyi de zaten yitirmişsiniz demektir” açıklamasını yapıyordu. Kışlalı, basılmış halini göremediği kitabında, “Ordu ve Siyaset, ****** ve Kemalizm, Demokrasi, Laiklik ve Türban, Güneydoğu Sorunu, Sol, Kültür ve Yazın” ana başlıklarıyla Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu tarihsel gelişim sürecinde irdeliyordu.

‘TERÖR GÜÇSÜZÜN YÖNTEMİ’

Ahmet Taner Kışlalı, 1939’da Tokat’ın Zile ilçesinde doğdu. Banka memuru Hüseyin Hüsnü ve öğretmen Lütfiye Hanım’ın oğlu, gazeteci-yazar Mehmet Ali Kışlalı’nın küçük kardeşidir. Kilis Kemaliye İlkokulu’ndan (1951) sonra, Kilis Ortaokulu’nu ve Kabataş Erkek Lisesi’ni (1957) bitirdi.

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden 1963’te mezun olmadan önce, o zaman Ankara’da yayımlanan “Yeni Gün” gazetesinde çalıştı.

1967’de Paris Üniversitesi’nin Anayasa Hukuku ve Siyaset Bilimi Bölümü’nde “Çağdaş Türkiye’de Siyasal Güçler” konusunda doktorasını yaptı. Hacettepe Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak akademik yaşama atıldı. 1971’de “TRT Bilimsel Başarı Ödülü”nü aldı. Daha sonra SBF’de öğretim üyesi ve 1972’de de doçent oldu.

1974-77 yılları arasında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Siyasal Davranış Kürsüsü’nde doçent unvanıyla görev yaptı. 1977’de CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit’in önerisi üzerine siyasete atıldı ve İzmir Milletvekili olarak parlamentoya girdi. 42. hükümette getirildiği Kültür Bakanlığı’nda (1978-1979) kurduğu güçlü bir kadro ile Milli Eğitim Bakanlığı’nca yayımına son verilmiş olan klasik kitaplar dizisini yeniden yayımlattı.

Profesör oldu

12 Eylül’den sonra üniversiteye döndü. Siyaset bilimi dersleri verdi. 1988’de profesör oldu. AÜ İletişim Fakültesi’nden emekli olduktan sonra ders vermeyi sürdürdü. Pek çok ünlü gazeteci ve televizyoncunun yetişmesinde önemli katkıda bulundu.

1990’ların başından başlayarak Cumhuriyet gazetesinde “Haftaya Bakış” köşesinde Kemalizmi, laikliği, demokrasiyi, insan haklarını savunan ve eğitime önem veren yazılar yazan Kışlalı, “Terörün, güçsüzlerin başvurduğu bir yöntem olduğu” inancını, dersleri ve yazılarında sürekli vurguladı. ADD ve ÇYDD gibi ******çü ve çağdaş aydınlıkçı derneklerin üyesi olarak Anadolu’nun en uç köşelerine giderek konferanslar verdi.

9 Eylül 1995’te geçirdiği trafik kazasında, 28 Mayıs 1968’de evlendiği ilk eşi Nilgün Kışlalı öldü, kendisi ağır yaralı kurtuldu.

3 kızı var

İlk eşinden Dolunay ve Altınay adında iki kız çocuğu olan Kışlalı’nın, ikinci eşi Nilüfer Kışlalı’dan da Nilhan Nur adında 1 aylık bir kız çocuğu vardı.

Kışlalı Fransızca biliyordu. Birleşmiş Milletler Türk Derneği ile Türk Sosyal Bilimler Derneği üyesi ve ******çü Düşünce Derneği Genel Başkan Yardımcısı olan Kışlalı’nın yayımlanmış pek çok yapıtı bulunuyor.

Cumhuriyet Gazetesi
candost32
candost32

Mesaj Sayısı : 287
Yaş : 38
Kayıt tarihi : 21/12/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Kurşunlar Hepimize | Yazı Dizisi Empty Geri: Kurşunlar Hepimize | Yazı Dizisi

Mesaj tarafından candost32 Perş. Ara. 17, 2009 7:54 pm

Kurşunlar Hepimize UĞUR MUMCU Yazı Dizisi (1)

Ölümüne Savaştı



Orhan Tüleylioğlu’nun kaleminden yazı dizisi

Uğur Mumcu’yu katledilişinin 16. yıldönümünde anıyoruz

‘Yiğit ol yavrum’

ÖZGE MUMCU ANLATIYOR: Babam bana sorulduğunda hep zorlanırım. Babamı anlatırken çocukluğumun o sıcacık günleri aklıma gelir... Telefonlar çalmaya başladı. İlhan Selçuk ve Arı İnan’la konuştuğumu hatırlıyorum, sayısız telefonda sayısız ses “Doğru mu?” diye soruyordu. Sadece bu iki isme sorabildim, “Ne oldu?” diye, tabii ki hiçbir şey söyleyemediler. Kimse bana bir şey söylemedi. Ardından annem ve gözleri yaşlı dostlarımız geldi. Annem “Yiğit ol yavrum, baban öldü” dedi. Sadece 11 yaşındaydım...

SUNUŞ


90’lı yıllar Prof. Dr. Muammer Aksoy’un öldürülmesi ile başladı. Bu olay Türkiye’nin yeniden, adım adım, bir kanlı ortama doğru sürüklenmesinin başlangıcı olacaktı. Aksoy’un ardından Çetin Emeç, Turan Dursun, Doç. Bahriye Üçok, Musa Anter, Uğur Mumcu, Onat Kutlar, Metin Göktepe, Prof. Ahmet Taner Kışlalı, Gaffar Okkan, Dr. Necip Hablemitoğlu ve Hrant Dink bombaların ve kurşunların hedefi oldu.

Terör, Uğur Mumcu’nun vurguladığı temel konulardan biriydi. Terörün sadece Türkiye’ye özgü bir olgu olmadığını, uluslararası boyutu olduğunu, bu olayla baş edebilmek için, gerek ulusal, gerekse uluslararası alanda her bireyin ve devletin teröre karşı çıkması gerektiğini söylemiş, öldürülmesinden dört ay önce, şunları yazmıştı:

“Ortadoğu, emperyalizmin kol gezdiği, terör örgütleri ile çeşitli istihbarat örgütlerinin kanlı ve kirli oyunlar oynadığı karanlık bir dipsiz kuyudur. Bu karanlık ve dipsiz kuyuda cinayetler birbirini izler. Halk deyişi ile Ortadoğu’da ‘kimin eli kimin cebindedir’ bilinmez. Kim, kimi, neden öldürüyor? Bu soruların yanıtlarını anında bulmanın olanağı da yoktur. Olaylar yıllar sonra aydınlanır. O da bir kısmı!”

Tarih Uğur Mumcu’yu hep haklı çıkardı. Türkiye’yi sarsan bu cinayetleri planlayanlar ülkemizin geleceğe dair umutlarını hedef almışlardı.

Cinayetlerin ardından yakalananlar ise hep “tetikçiler” oldu. Tetiği çektirenler meçhul kaldı. Her yeni olayda Uğur Mumcu’nun çığlığı yankılandı:

“Göz göre göre öldürüldük ey halkım, unutma bizi!..”

Okuyacağınız bu dizi önümüzdeki günlerde, Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı Yayınları’ndan çıkacak olan Neden Öldürüldüler?-4 “Kurşunlar Hepimize” adlı kitaptan özetlenmiştir.

■■■
Gazetemiz yazarı Uğur Mumcu’nun bombayla katledilmesinin üzerinden 16 yıl geçti

Ölümüne savaştı
Bazı ülkelerde, bazı kimseler, devleti soymak için, politikacı kılığına girerler. Bunlar partilerde, parlamentolarda boy gösterirler. İthalat, ihracat, banka soygunu gibi işleri siyasal ilişkilerle yürütürler. Bunlar da çetedir. Çetelerin en aşağılığı da bunlardır. Bunlar yüzlerine, devlet adamı maskesi takıp halkı soyarlar. Allah’a çok şükür, memleketimizde böyle çeteler yoktur...

Uğur MUMCU

(Cumhuriyet, 22 Mart 1976)

Uğur Mumcu, aydınlanma devrimini özümsemiş, ödünsüz bir devrimciydi. Düşünce ve davranışları bu değerlerden oluşuyordu. Tüm yazıları, araştırmacılığı yaşama biçimine dönüştürmüş bir aydının duyarlığını yansıtıyordu. Uğur Mumcu, ülke sorunlarının hiçbir düşünce yasağı olmadan tartışılmasını istiyordu. Bir an olsun umutsuzluğa kapılmadı. Giderek toplumumuzun gözü, kulağı, beyni oldu.

Uğur Mumcu, öldürüldüğü güne kadar, yaşadığımız olayların perde arkasını, kamuoyundan saklanmaya çalışılan gerçekleri bütün belgeleriyle ortaya koyarak, yılmadan ve usanmadan hepimizi düşündürmeye, aydınlatmaya ve uyarmaya çalıştı. Bütün haksızlıkları, yolsuzlukları, kaçakçılıkları, cinayetleri tek tek sergiledi. Kaçakçılar, soyguncular, hırsızlar, katiller, mafyacılar, yobazlar, türlü çeteler onun ‘Gözlem’inden kurtulamadı. Canını ortaya koyarak doğrular adına ölümüne savaştı.


ÖZEN EKSİKTİ...

Mumcu’nun, 24 Ocak 1993 aracına yerleştirilen bombanın patlaması ile yaşamını yitirmesinden bu yana 16 yıl geçti.

Suikasttan sonra birçok olay yaşandı. Olay anından itibaren soruşturmaya yeterli özen ve duyarlılık gösterilmedi. Davayı soruşturan DGM savcısı Ülkü Coşkun, Şubatın 18’inde, yani olaydan 25 gün sonra, Güldal Mumcu’nun bilgisine başvurmaya geldiğinde “Bu işi devlet yapmıştır. Siyasi iktidar isterse çözer” dedi.

Güldal Mumcu bir yıl sonra, Adalet Bakanlığı’na bir dilekçe verdi; soruşturmanın ne aşamaya geldiğini öğrenmek istediğini, savcının söylediklerinin ne anlama geldiğini sordu ve soruşturmanın savsaklandığını belirtti. Adalet Bakanlığı soruşturma başlattı. Bakanlık müfettişleri, Ülkü Coşkun’un soruşturmayı savsakladığı sonucuna ulaştılar ve disiplin cezası verilmesini istediler. Fakat bu istem uygulanmadı. Ardından Güldal Mumcu, bu istemin uygulanması için Askeri İdare Mahkemesi’ne başvurdu, çünkü Ülkü Coşkun askerdi. Askeri İdare Mahkemesi, bu cezanın uygulanamayacağını, neden uygulanamayacağı konusunun da açıklanamayacağını, çünkü bunun devlet sırrı olduğunu söyledi.


ART ARDA TERÖR

Hükümetler değişip, davalar sürerken, Türkiye’nin aydınları birer birer teröre hedef olmaya devam etti.

1997 yılında TBMM’ce Uğur Mumcu Cinayetini Araştırma Komisyonu kuruldu. Bu komisyonun çalışmaları sonunda bir rapor hazırlandı. Raporda, birçok kişi ve kurum hakkında görev ihmalinde bulundukları ve eksik soruşturma yaptıkları gerekçesiyle inceleme, araştırma ve gerekli soruşturmanın yapılması istendi.

Ardından, Güldal Mumcu İçişleri Bakanlığı’na başvurarak TBMM komisyonu raporunun istemlerinin yerine getirilip getirilmediğini ve sonucun ne olduğunu sordu. Bütün bu girişimlerin sonunda yeni bir ekip kurulduğunu öğrendi ve “Umut Operasyonu” başladı. Bu operasyon sonucunda Kudüs Ordusu Savaşçıları adı altında bir örgüt yakalandı ve dava açıldı.


BAĞLANTILAR

Bu örgütün, yalnızca Uğur Mumcu’nun değil, Bahriye Üçok, Muammer Aksoy, Ahmet Taner Kışlalı ile bazı yabancıların öldürülmesi ve bombalama olaylarını da gerçekleştirmiş olduğu görüldü. Dava sonuçlandı. Ama bu kişilerin arkasında, bunlara emir veren kişi, kişiler ve örgütlerin ne olduğu ve bağlantıları aydınlanmadı.

Tüm bu gelişmelerden sonra, Güldal Mumcu, yalnızca tetikçilerin ortaya çıkarılmasının, siyasi suikastların tümüyle aydınlatıldığı anlamına gelmediğini vurgulayarak, “Cinayeti işleyenlerin ardındaki örgütlerin bağlantıları aydınlatılmadığı sürece hem devlet, hem de yurttaşların can güvenliği tehdit altında demektir” diyordu.

Mutlu bir aileydik

Olay günü Mumcu’nun kızı Özge, evde tek başınaydı. Anne ve babası bir hasta ziyaretine gitmek için evden yeni çıkmıştı. Birden büyük bir patlama duyuldu. Özge Mumcu henüz 11 yaşındaydı...

- Bir baba olarak Uğur Mumcu’yu bize anlatır mısınız?

ÖZGE MUMCU- Bana sorulduğunda zorlandığım soruların başında gelir. Babamı anlatırken çocukluğumun o sıcacık günleri aklıma gelir, mutluluğun güvenle harmanlandığı bir aile ortamında büyüdüm. Babamla olan anılarım ne yazık ki sınırlı ve sınırlı olduğu için de bir o kadar değerli.

Babam çok sevecen, sıcakkanlı, çocuklarını çok seven, ailesine ve dostlarına çok önem veren bir insandı. Bizleri imkânlarımızın elverdiği ölçüde şımartırdı. Bu şımartma sadece maddi yöne yansımazdı; bize ne yaparsak yapalım arkamızda olduğunu hissettirirdi. Eğer bir hata yapmışsak, ileride bizlere sorun çıkarmaması için o hatanın telafisini sağlayacak yolları bulurdu. Ama bunu da hatamızın ne olduğunu anlamamızı sağlayarak yapardı.


KÜÇÜK BİR ANI...

Aile dostlarımızın hâlâ anlattığı bir hikâye vardır. 7-8 yaşlarındayken ağır bir ortakulak iltihabı geçirdim. 45 gün okula gidemedim. Tabii, bu dönemde doktor bana düzinelerce ilaç yazmış; bunların bir tanesi de acımsı bir şurup. Bu ilacın tadından çok rahatsızım ve içmemeye karar vermişim; öyle bir inat ki içirmeye kalktıklarında ağlamaya başlıyorum. Babam en sonunda benim bu halime dayanamıyor “İstemiyorsa kızıma içirmeyin” diyor. Tabii hastalığım daha ağır basıyor ve ben şurubu içmek durumunda kalıyorum.

Ağabeyimle benim iyi bir eğitim görebilmemiz için çok çalışırdı. Soyadımızdan dolayı devlet okulunda sıkıntı yaşayacağımızı düşünürdü; o nedenle bütçemiz ucu ucuna yeterek bizi özel bir okulda okuttu. Bir ya da birden çok yabancı dil öğrenmemizi, büyürken de yeteneğimize göre hobiler edinmemizi isterdi. Ağabeyim gitar çalardı örneğin, hocası Ahmet Kanneci’ydi. Bense piyanoya yönelmiştim, hocam rahmetli Kamuran Gündemir’di. Ancak 24 Ocak’tan sonra piyanoyla aramıza derin bir uçurum girdi. En iyi dinleyicim babamdı çünkü. Yine de müzikle aram bozulmadı. Piyano çalmayı içim almasa da şan çalışmaya başladım, ama uzun yıllar sonunda. Evimizde neredeyse her gün bir misafir olurdu. Çocukluğumun büyük bir kısmı gazeteciler, yazarlar ve sanatçılar arasında geçti. Hayatımın o döneminin bana büyük bir zenginlik kazandırdığını düşünüyorum.


SOFRADA ŞEN KAHKAHALAR

En güzel günlerimiz dededen kalma yazlıkta, yani Ayvalık’ta geçmişti. O yaz günlerinin tadını asla unutamam. Uzun aile sohbetleri, yüzme çabaları, doyurucu dost sohbetleri, Çamlık lokmaları, Cunda gezileri…

Babam evin bir kısmını kütüphane ve çalışma ofisine çevirdiğinden daha çok evde olurdu. Biz okuldayken çalışır, akşamüstü çayını mutlaka içer ve akşam yemeklerinde mutlaka beraber sofraya oturulurdu. Okulda yaşadığımız olaylardan ve günlük olaylardan konuşulurdu. Babam hepimizi güldürecek bir konu bulurdu mutlaka. Sofralardan yayılan şen kahkahalar hâlâ kulağımda…


BOĞAZIMDA BİR YUMRU

İnsan geçmişe baktığında yaşanan kötü şeyleri de unutur ve güzelleştirir; arada ufak tefek olaylar olsa da tek söyleyebileceğim şu ki, çok mutlu bir aileydik. Bir yandan yaşananları daha zor yaptı, ama bir yandan da acıların üstesinden gelmeyi kolaylaştırdı. Annemin hep söylediği gibi acıyı bal eylememizi sağladı.

24 Ocak 1993 günü aklıma geldiğinde hâlâ boğazıma bir yumru takılıyor. Olay olduğunda evde yalnızdım, annemle babam bir hasta ziyaretine çıkmıştı; ağabeyim ise Bulutsuzluk Özlemi konserine doğru yola çıkmıştı. Babam önden çıktı, annem beni tembihledikten sonra kapıyı kapatmıştı ki çok şiddetli bir patlama oldu. Evin yakınındaki trafo patladı sandım önce. Çünkü elektrikler gitmişti. Yan apartmandan insanların çıktığını görüyordum ama ben bir şekilde evde kaldım.


Türkiye’nin canını yaktılar

- Olaydan sonra neler yaşadınız?

ÖZGE MUMCU - Gidenin yerini hiçbir şey alamaz. Aile olarak çok büyük bir kayıp yaşadık. Ama özellikle de cenazeden sonra, babamın kaybının sadece bizim kaybımız olmadığını, herkesin bu acıyı öyle ya da böyle bir şekliyle paylaştığını anladım. Bir kargaşa yaşadığımız kesin. Üstesinden gelmek kolay olmadı, o her zamanki yemek masasından bir tabağın gitmesi, gece yarılarına kadar yazı dizileri üzerinde çalışırken çıkan o printerın sesini duyamamak çok çok zor oldu. Yalnız büyük ailemiz ve aile dostlarımız her zaman yanımızda oldu. Vakıf kurulurken de, mezuniyet törenlerimizde de, tatillerde de. O dönem gittiğim okulun öğretmenleri ve yetkilileri de çok anlayışlı davrandılar. O nedenle yaşadığım her şeye rağmen yine de şanslı olduğumu düşünüyorum. Ve bu soyadını taşımanın da bir şans olduğunu düşünüyorum. Yaşam yolunda çok göz önünde ve devamlı eleştirilmeye yol açsa da, iyi ki Mumcu’yum diyorum.


TARİH DERSİ GİBİ

- Mumcu’nun bu kadar sevilmesinin nedeni sizce nedir?

MUMCU- Gündem bugünü anlatır; yarın bir başka konu alır götürür bugün olanları ve biz daha geçmiş günü anlamadan yeni gündeki olayı tartışmaya başlarız. 1990’lardaki Kürt sorununu inceleyen babam birkaç adım geçmişe gitti ve “Kürt-İslam Ayaklanması”nın 1919-1925 yıllarındaki belgelerini çıkardı; bu belgelerde bugünü etkileyen öğe neydi onu araştırdı. 27 Mayıs 1960 tartışılırken, o dönemi anlatan mektupların peşinden gitti mesela “İnkılap Mektupları”ydı bu kitap ve bir dönemin nasıl yaşandığını ortaya koyuyordu. 1968’de Meclis’e giren ve toplum üzerinden önemli bir gücü bulunan TİP’teki bölünmenin nasıl olduğunu hâlâ bu insanlar hayattayken araştırdı. “Aybar ile Söyleşi” ile “Bir Uzun Yürüyüş” bu şekilde ortaya çıktı. 1980’lerin bir projesi olan “yeşil kuşak” ile 12 Eylül sonrasında devletin şeklinde yaşanan tartışmaları kurcaladı ve derin bir araştırma olan “Rabıta” ile “Tarikat-Ticaret-Siyaset” çıktı ortaya. Baktı olmadı, bu liberalizm tartışmalarında çok ciddi görünüyor o zaman da “Liberal Çiftlik”i yazdı; belki gülerken anlaşılır diye. 1982 yılında yazdığı “Terörsüz Özgürlük” kitabına Nadir Nadi’nin yazdığı önsöz özetler belki de meramımı: “Sağlam hukuk bilgisi, temelli hukuk kültürü, ödün vermez cesareti, yorulmak bilmez çalışkanlığı ile Uğur Mumcu, her gün Türk toplumunun aksayan yanlarından birini ele almakta, böylece sorumlu yöneticileri uyarmaya gayret etmektedir. Yazılarında ele aldığı kişilere karşı Uğur’un hiçbir kişisel hesabı yoktur. Onlara toplumsal sorunlarımızın bir pürüzü diye bakar. Güçlü belgelere dayanmaksızın, kimseye ima yoluyla da olsa sataşmaz. Bir konuyu aydınlatmak, kanayan bir yaraya parmak basmak için kimi zaman günlerce belge peşinde koştuğu, dosyalar arasında gece yarısına kadar çalıştığı olur… Keskin bakışlı bir gözlemci, belgesel bir eleştiricidir o. Güçlü hukuk mantığını çok kez ince bir mizah çizgisi ile çerçevelediği için yazıları ne denli ağır olsa da okura ferahlık verir… Uğur Mumcu’nun yazıları bugün günceldir. Bunlar, yarınki kuşaklar hesabına, kuşkusuz ibret alınması gereken bir tarih dersi yerine geçecektir.”


TÜRKİYE’NİN DRAMI

- Sizce neden öldürüldü?

MUMCU- Babamın her kesimden çok seveni olduğunu biliyorum. Ve bu olayın ailemizin değil, Türkiye’nin bir dramı olduğu da ortada. Bir ülkede kırk yıl boyunca cinayetler işleniyor ve bu cinayetler her kesimden aydına, hukuk adamlarına, gazetecilere, profesörlere yönelmişse ve şu anda bir yönetim aracı olan siyasetin hali ortadaysa bunu sorgulamak, bu insanların neden öldüğünü gerçekten iyi bilmek gerekiyor. Bana neden öldürüldüğünü sorarsanız; Türkiye’nin karanlık kuytularda saklanmış gizemli ve çirkin gerçeklerini, ceplerini birbirine bitiştiren adamların kirli ilişkilerini ortaya çıkardığı, bütün bu gerçekleri belge ve bulgularla ortaya koyarken sarsılmaz bir teorik temele dayandırdığı içindir. Yaşamının son döneminde, Kürt sorununu incelerken yaklaştığı belgeler ve ortaya dökülebilecekler bir kesimin canını çok kötü yakacaktı; onun yerine ailemizin ve tüm Türkiye’nin canını yaktılar.


Bir kayıp binlerce kazanç

‘Türkiye’ye çok büyük bir değerin kaybettirildiğini düşünüyorum’ diyen Özge Mumcu, “Bugün, geriye baktığınız zaman olayı nasıl değerlendiriyorsunuz” sorusunu şöyle yanıtlıyor: “Objektif olarak yaklaşmam elbette zor; ancak onun gibi, bulgu ve belgelerle gerçeği ortaya çıkarıp ve ortaya çıkan gerçeklerle teorik çerçeveyi bu kadar kararında harmanlayan bir araştırmacı gazetecinin daha çıkabileceğini sanmıyorum. Günümüzde, birkaç bilgi kırıntısıyla yorum yapan ve daha da kötüsü bu bilgi kırıntılarını kendi siyasi görüşüne göre eğip büken çok gazeteci var. Babamın dediği gibi, ‘bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak’ daha da yaygınlaştı, hatta bir üslup oldu.

Uğur Mumcu, Türkiye için çok büyük bir kayıptır. Ancak yılların ardından -hamasi sözlere ve unutkanlığa sığınmak yerine- nasıl bir yöntemle gazetecilik yaptığı ve Türkiye’de neleri aydınlattığına bakmak gerekir. O zaman bir olan kayıp; binlerce kazanca ulaşır.”

ADALETİ ARAYAN BİR DAVA

Tetiği çektirenler hâlâ kayıp

ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) - Uğur Mumcu’yu katleden tetikçiler yönünden dosya kapandı ancak asıl güçlere ulaşılamadı. Suikasta ilişkin açılan UMUT davasının Kudüs Örgütü yönünden ise yargılama sürüyor.

İstanbul’da terör örgütü Hizbullah’ın İlim grubuna yönelik 17 Ocak 2000’deki operasyonda elde edilen CD ve disketlerdeki bilgiler üzerine, Mumcu suikastının faillerini yakalamak amacıyla 21 Şubat 2000 tarihinde “UMUT” (Uğur Mumcu Uzun Takip) operasyonuna başlandı. Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı suikastının faili olarak 14 Mayıs 2000’de Ankara’da gözaltına alınan Necdet Yüksel’in yer göstermesi sonucu, Sincan’da çok sayıda patlayıcı ve mühimmat bulundu. Dönemin DGM Savcısı Hamza Keleş, 11 Temmuz 2000’de, 9 kişi hakkında idam istemiyle olmak üzere 17 sanık hakkında dava açtı, 111 kişi hakkında takipsizlik kararı verdi.


‘DİN KURALLARINA DAYALI DEVLET’

Mumcu’nun aracına bombayı yerleştiren Ferhan Özmen, Necdet Yüksel ve Rüştü Aytufan’ın da aralarında bulunduğu sanıklar, 14 Ağustos 2000’de yargılanmaya başladı. Sanıklar Özmen, Yüksel ve Aytufan’ı, “mevcut anayasal düzeni silah zoruyla yıkıp, yerine din kurallarına dayalı devlet kurmak için oluşturulan silahlı çeteye üye olup, anayasal düzeni değiştirmeye cebren teşebbüs ettikleri” gerekçesiyle ölüm cezasına çarptırıldı.

Dosyanın temyiz için gittiği Yargıtay 9. Ceza Dairesi, idama mahkûm edilen Yüksel ve Aytufan’ın cezasını müebbete dönüştürerek onamış, ölüm cezasına çarptırılan Özmen’in de aralarında bulunduğu 8 sanık hakkında verilen mahkûmiyet kararlarını eksik soruşturma gerekçesiyle bozmuştu. DGM’lerin kapatılması üzerine Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi’ne devredilen davada, Özmen, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırıldı.

Dosyanın temyiz için ikinci kez gönderildiği Yargıtay 9. Ceza Dairesi, sanık Özmen’in ağırlaştırılmış müebbete çarptırılması kararını onamıştı. Böylece Mumcu suikastı yönünden dosya kesinleşmiş oldu. Ancak Tevhid Selam/Kudüs Ordusu’nun katıldığı pek çok faili meçhul cinayet yönünden dava halen sürüyor.


ÖZMEN DIŞINDA TUTUKLU KALMADI

Dava yeniden görülmeye başlandı. 13 Aralık 2007’de Cumhuriyet Savcısı Salim Demirci, sanık Ekrem Baytap’ın “anayasal düzeni zorla değiştirmeye teşebbüs” suçundan müebbet ağır hapis cezasına çarptırılmasını istedi. Demirci, sanıklar Mehmet Ali Tekin ve Hasan Kılıç’ın,“silahlı terör örgütünde özel görevi haiz yöneticilik yapmak” suçundan cezalandırılmalarını istedi. Mahkeme, UMUT davasını yeniden karara bağlayacak. Dava kapsamında Özmen dışında tutuklu kalmadı.

Cumhuriyet Gazetesi
__________________
candost32
candost32

Mesaj Sayısı : 287
Yaş : 38
Kayıt tarihi : 21/12/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Kurşunlar Hepimize | Yazı Dizisi Empty Geri: Kurşunlar Hepimize | Yazı Dizisi

Mesaj tarafından candost32 Perş. Ara. 17, 2009 7:55 pm

Kurşunlar Hepimize ONAT KUTLAR Yazı Dizisi (2)
Korkunç Oyun...


Orhan Tüleylioğlu’nun kaleminden yazı dizisi


‘Terör İçindeyim’

Onat Kutlar, olaydan bir süre önce kaleme aldığı “Herkesin Kaybettiği Tek Oyun” başlıklı yazısında terör konusunu ele alıyor ve şunları söylüyordu: “…Terörün anlamı ve kapsamı, onu kullanana göre değişmez. Giyotinin bıçağı, kutsal kralı, vatansever ve bozulmaz Robespierre’i, hayalci ozan Chenier’yi, serseri San Culotte’lardan birini ya da hain İsviçreliyi aynı umursamazlıkla keser.

Tıpkı Güneydoğu Anadolu’da şiddetin gencecik askerleri, küçük çocukları ve Kürt gençlerini aynı umursamazlıkla yok ettiği gibi.

Hiçbir şiddette kazanan yoktur. Herkesin birden kaybettiği tek oyundur terör. Korkunç bir oyundur.

Andre Chenier’nin öldürülmesi ile ilgili söylenceler vardır. Bunlardan birine göre ünlü şair kafasını demirin aralığına koymadan önce bağırmış: ‘Bu kafada bir şeyler vardı!..’

Evet. Her öldürülenle bir evren yok edilir.

Hiçbir kutsal amaç, hiçbir ideoloji, hiçbir hak, hiçbir öfke, hiçbir yetki doğrulamaz öldürmeyi.

Kralın ve soyluların gaddar köpekleri kadar, halkın temsilcileri, dağlılar da düşünmelidirler bunu.

Günlerdir çıkıp İstanbul’un sessiz ve eski sokaklarında dolaşmak istiyorum.

Hava ağır ağır serinliyor. Eylül geliyor. İyi güz günleri. Barış… Ama çıkamıyorum. Nereye yürüsem ayağıma kan bulaşıyor.

Terör içindeyim.”

Kutlar, kutlama için gittiği The Marmara Oteli’nde bir paltonun cebine bırakılan bombanın patlamasıyla ağır yaralandı ve 12 gün sonra yaşam savaşını kaybetti

Yazar, şair, senarist, eleştirmen Mehmet Arif Onat Kutlar 25 Ocak 1936’da Alanya’da doğdu. Gaziantep Lisesi’nden mezun olduktan sonra İÜ Hukuk Fakültesi ve Paris Üniversitesi Felsefe Fakültesi’nde öğrenim gördü.

1965’te evlendiği Sevil Akdoğan’dan iki oğlu olan Kutlar, edebiyattaki özgün yerini 1980 Türk Dil Kurumu Öykü Ödülü’nü kazanan “İshak” adlı kitabıyla aldı. Kutlar’a Sinematek’teki çalışmalarından dolayı 1975’te Polonya Kültür Nişanı, 1994’te de Fransa’dan Chevalier de l’ordre des Arts et des Lettres nişanı verildi.


EVLİLİK YILDÖNÜMÜ

Filiz Kutlar ile evli olan Onat Kutlar, İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın yönetim kurulu üyesi ve Cumhuriyet gazetesi yazarıydı.

30 Aralık 1994 günü eşi Filiz Kutlar ile evlilik yıldönümünü kutlamak ve dostlarıyla buluşmak üzere, saat 18.30’da The Marmara Oteli’nin giriş katındaki Opera Pastanesi’ne (Cafe Marmara) giden Onat Kutlar, 15 dakika sonra, bir paltonun cebine bırakılan bombanın patlaması sonucu ağır yaralandı, arkeolog Yasemin Cebenoyan yaşamını yitirdi. Kutlar, hastanede sürdürdüğü yaşam mücadelesinde, 11 Ocak sabahı, saat 09.02’de yenik düştü.


ÖRNEK DÜŞÜNCE ADAMI

Onat Kutlar’ın ölümü, kamuoyunda derin bir üzüntü yarattı. Çeşitli kişi kurum ve kuruluşlar telefon, faks ya da yayımladıkları mesajlarla “başsağlığı” dilediler. Tepkilerde, sanat, özgürlük ve barış tutkunu Onat Kutlar’ın “daha güzel bir dünya için” yaşamı boyunca ortaya koyduğu mücadelenin yanı sıra düşünceleri ve geride bıraktığı eserlerin kendisini ölümsüzleştirdiği vurgulanarak Türkiye’nin Kutlar’ın ölümüyle “örnek bir düşünce adamını” kaybettiği görüşü dile getirildi.


ÖFKENLE ÇOĞALACAĞIZ

12 Ocak tarihli Cumhuriyet gazetesi “Öfkenle çoğalacağız” manşetiyle çıktı. Gazetenin birinci sayfası, tümüyle Onat Kutlar’a ayrıldı. “Acımız ve Yolumuz” başlıklı başyazıda şu görüşlere yer verildi: “… Gerçekte bu kanlı cinayetlerin hedefinin Cumhuriyet gazetesinin kimliğiyle sınırlanmadığını herkes biliyor. Hedef, laik Türkiye Cumhuriyeti’dir, ******’ün aydınlanma devrimidir; ama devlet, hükümet, siyasal iktidar, elini kolunu bağlamış, çaresizlik içinde oturuyor: Hiçbir şey yapamıyor, ne cinayetleri aydınlatabiliyor ne de yeni cinayetlerin işlenmesini engelleyebiliyor. Sevgili Onat Kutlar’ın acı ölümü karşısında, dünden bugüne olan-bitenleri düşündükçe karamsar olmamak elde değil!... Ne var ki biz yolumuzda yürüyeceğiz. Onat Kutlar’ın kişiliğinde simgelenen aydınlık, özgürlük, çağdaşlık, güzellik, sanat kavramlarını ülkece özümsemenin ne kadar güç olduğunu, tarihsel bilinci olanlar bilirler. Uygarlığın ne kadar pahalı olduğu, insanlık tarihinin sayfalarında yazılıdır. Eğer Uğur’lara, Onat’lara layık olmak istiyorsak, bu yoldaki uzun yürüyüşümüzü sürdüreceğiz. Zaten bir başka yol, insanlıkta şimdiye dek keşfedilmemiştir.”

İBDA-C ÜSTLENDİ

Kutlar’ın tedaviye alındığı Amerikan Hastanesi’nde omuriliğine saplanan cam parçaları nedeniyle felç olup ölümle pençeleştiği saatlerde gazeteleri arayan bir kişi, saldırıyı İslami Büyükdoğu Akıncıları Cephesi (İBDA-C) örgütü adına üstlendi.

İstanbul’da yılbaşı öncesi ve yılbaşı gecesi terör estirmeye kararlı olduğunu medya kuruluşlarına yaptıkları duyurularla bildiren İBDA-C adlı aşırı İslamcı örgüt, yayın organı olan Taraf dergisinin 30. sayısında yılbaşı etkinliklerinin “günah” olduğunu ve katılanların cezalandırılacağını duyurmuş, The Marmara Oteli ile çok sayıda eğlence merkezinin de bulunduğu bir liste yayımlayarak buralara karşı bombalı saldırılara girişileceğini belirtmişti. Bu tehdit dolu yayınlar, gazeteler ve televizyonlarda da haber olarak yayımlandı. 29 Aralık gecesi ilk olarak Taraf dergisindeki listede yer alan ve Taksim’de bulunan bir birahaneye konan ses bombası patladı. Aynı akşam İBDA-C örgütünün militanları üstlendiler. İstanbul Emniyet Müdürlüğü yetkilileri bu saldırıdan sonra “soruşturma sürüyor” açıklamasını yaptılar.

Yılbaşının hemen sonrasında ise Taraf dergisinin 31. sayısında saldırılar bir “başarı” olarak gösterilirken, yapılan saldırılar fotoğraflarıyla birlikte yayımlanarak “cezalandırdık” dendi.


NE KANIT, NE TANIK VAR

İstanbul Emniyet Müdürlüğü yetkilileri, her zaman olduğu gibi saldırının faillerinin yakalanması için olayla ilgili başlatılan soruşturmanın hassasiyetle sürdürüldüğünü bildirdiler. Yetkililer daha sonra, olayın İBDA-C tarafından gerçekleştirildiği konusunda ne kesin bir kanıtın ne de görgü tanığının olduğunu, PKK olasılığı üzerinde durduklarını açıkladılar.

Onat Kutlar, 14 Ocak günü gözyaşları ve alkışlarla toprağa verildi. Kutlar’ın cenazesinin kaldırıldığı sırada Başbakan Tansu Çiller’in İstanbul’da, İstanbul Emniyet Müdürü Necdet Menzir’e “başarılarından ötürü” plaket vermesi tepkilere yol açtı.


TEHDİTLER SÜRDÜ

Taraf dergisinde 1995’i “savaş yılı” ilan eden İBDA-C adlı örgüt, olaydan birkaç gün sonra Cumhuriyet gazetesine ve aydınlara yönelik tehditlerini sürdürdü.

Kutlar’ın tedavi gördüğü hastaneye hiçbir güvenlik engeliyle karşılaşmadan girme cesaretini gösteren İBDA-C militanları, Taraf dergisi aracılığıyla Kutlar’ı ziyarete gidenlerin isimlerini yayımlayıp ölümle tehdit ettiler. Yazıda, saldırının ardından Onat Kutlar’ın kaldırıldığı Amerikan Hastanesi’ne giren iki kişinin, Fatih’in Çarşamba semtinden “Mahmut Efendi hazretlerinin halifelerinden Kemal Efendi” ile “cemaatin bir istasyon şefi” olduğu bildirildi ve “ölüm fermanı”nın, “istasyon şefi”nin ihbarı üzerine alındığı açıklandı. Kanal D, 30 Aralık 1994’te Amerikan Hastanesi’ne gelen “istasyon şefi”ni görüntüledi.


PKK Mİ, İBDA-C Mİ?

Kutlar’ın öldüğü bombalama eylemini üstlenen şeriatçı terör örgütü İBDA-C, yayın organı Taraf dergisinde The Marmara Oteli’ne bomba koyduklarını açıkladığı halde polis üzerine gitmedi ve PKK’ye yönelik olarak düzenlenen bir operasyonda yakalanan 20 kişinin Kutlar’ın ölümüne neden olan bombalama olayını gerçekleştirdiğini belirtti. Olay, PKK’nin bazı eylemleriyle birleştirildi.

Yargılama aşamasında savcılığın verdiği mütalaada, sanıklardan Deniz Demir, Hicran Kaya, Abdülcelil Kaçmaz ve Hasan Kızılkaya’nın ölüm cezasına çarptırılması istendi.

Çok sayıda bombalama eylemini terör örgütü PKK adına gerçekleştirdikleri iddiasıyla yargılanan 20 sanıktan 4’ü, 2003 yılında müebbet hapis cezasına çarptırıldı. Sanıklardan 2’sinin beraatını kararlaştıran mahkeme, 12 sanığın cezalarını ise erteledi.


FİLİZ KUTLAR

‘Faili meçhul kalacak’
Onat Kutlar, yalnız öykünün, şiirin, düzyazının, sinemanın değil; güzelliğin, sevginin, hoşgörünün de ustalarından biriydi. Kutlar, 30 Aralık sabahı eşi Filiz Kutlar’a “İçimden sanki berrak bir nehir akıyor, o kadar mutluyum ki seninle, hayatımın en mutlu yıllarını yaşıyorum” derken, güzel başlayan günün akşam saatlerinde kâbusa dönüşeceğinden habersizdi. O gün evlilik yıldönümleriydi. Planları vardı. Onat Kutlar sigarayı yeni bırakmış, dostlarıyla buluşmak için artık Çiçek Bar’ı değil de daha az sigara dumanı olan Cafe Marmara’yı tercih etmeye başlamıştı. Eşiyle akşam saatlerinde Cafe Marmara’da buluşmayı kararlaştırdılar.

Filiz Kutlar, saat 19.00 sıralarında Taksim’e geldiğinde, karşıdan, kafede ışık olmadığını gördü, içeride birileri koşuşturuyordu. Biraz daha yaklaştı, sonra, ‘yılbaşı öncesi herhalde kapalı’ diye düşündü ve hemen İstiklal Caddesi, Mis Sokak’taki evlerinin yolunu tuttu. Kafasını kaldırıp evde de ışık görmeyince içi bir tuhaf oldu. Onat neredeydi? Evlilik yıldönümlerini kutlamak için yemeğe gideceklerdi. Eve girdiğinde 30 kadar mesaj gördü telesekreterde. Not bırakanlardan biri Onat Kutlar’ın sekreteri, arkadaşı Nimet’ti: “Filiz küçük bir patlama olmuş. Merak etme, Onat Amerikan Hastanesi’nde.”

Filiz ile Onat Kutlar’ın beş yılı evlilik, toplam yedi yıllık bir beraberlikleri oldu. Her anı mutluluk dolu, sevgiyle, saygıyla büyütülen bir beraberlikti bu.

Terör, o gün de insanları sevdiklerinden acı bir şekilde ayırmıştı. Aldıkları hediyeleri birbirlerine veremediler. Filiz Kutlar, olaydan günler sonra eşinin cebinde bulduğu kolyeyi hiç kullanmadı.

Filiz Kutlar, soruşturma ve dava süreçleriyle ilgili görüşlerine gözlemlerini de katıyor ve şunları söylüyor: “Doğru dürüst bir soruşturma yapıldığını sanmıyorum. Ben kafeye vardığımda bile kırılan camlar takılmış, her yer süpürülmüş, tertemiz olmuştu bile. Bütün ne varsa silinip süpürülmüştü, delil olacak bir şey zaten kalmamıştı. Olayı önce İBDA-C üstlendi, dinci gazetelerde İBDA-C’nin sonuçtan memnunluk duyduğu ifadeleri yer aldı, o gazeteler iğrenç şeyler yazdı bu konuda. Sonra PKK’nin yaptığı tezi ortaya atıldı. Birçok davayı bir havuza attılar, hepsi bir arada görüldü ki bu dava başlı başına çok önemliydi. İtirafçının yaptığı itiraflar bana hiç inandırıcı gelmedi, o kişi olduğuna ikna olamadım hiçbir zaman. O kişi rolünü iyi çalışmamıştı bence. Dava süreci de sonucu da kara komedi, bir rezillik. O mahkemedeki kişiler başka suçlar işlemiş kişilerdi ve biri itirafçı olup paçayı kurtarmak istedi. Adalet yerini bulmadı ne yazık ki. Daha da acı olan faili bulunmuş gibi gösteriliyor olması. Ama faili meçhul olarak kalacak bizim için hep.”

‘AMAÇ TURİZMİ BALTALAMAK’

26 Şubat 2003 tarihli kararın gerekçesinde Mesut Ünsal’ın isteği üzerine sanık Deniz Demir ve Gülşen Özdemir’in The Marmara Oteli’ne “Türk turizmini baltalamak için bomba koymayı kararlaştırdıkları” belirtildi. Hamit Şen’in evinde yapıldığı belirtilen bombayı Gülşen Özdemir’in paltosuna koyup otele getirdiği ve Deniz Demir’in önceden gelip kafeye oturduğu anlatılan kararda, Özdemir’in daha sonra paltosunu vestiyerin yanındaki portmantoya astığı ve birlikte otelden ayrıldıkları kaydedildi.

2004 yılında Yargıtay, Onat Kutlar ile Yasemin Cebenoyan’ın yaşamlarını yitirmelerine neden olan bombalı saldırının da aralarında bulunduğu çok sayıda eylemi terör örgütü PKK/Kongra Gel adına gerçekleştirdikleri iddiasıyla yargılanan 20 sanık hakkında verilen kararı bozdu.

Dava 25 Nisan 2007’de sonuçlandı. İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesi, ilk yargılanmada ömür boyu hapis cezasına mahkûm edilen sanıklardan Deniz Demir’i Pişmanlık Yasası uyarınca 16 yıl, Hicran Kaçmaz’ı ömür boyu hapis cezasına mahkûm etti. Hicran Kaçmaz, kararla birlikte tahliye edildi. Davanın tek tutuklu sanığı Abdülcelil Kaçmaz’ı ömür boyu hapis cezasına mahkûm eden mahkeme, Hasan Ergül’e de 6 yıl 3 ay hapis cezası verdi. Yargıtay’ın bozma kararına karşı görüşü sorulmayan Hasan Kızılkaya’nın dosyası ise ayrıldı.


Pera’lı Bir Aşk İçin Gazel

Merhaba güzelim, bak nasıl doldurdu

- Dur önce şu sigaramı yakayım -

Kırmızı bir güneş bardağımızı

Dışarıda kararan rum kilisesinin

Gürültüyü yapraklara çeviren

Çan sesleriyle yüklü ve karmakarışık

Saatlerden geçiyoruz umut, ayrılık

Günleri. Yüzünün gülü kapalı

Acı eylül geçiyor köklerimizden

- Sanırım değişen bir şey olmalı -

Biliyoruz öğle sonu mavi perdesi

Gözlerinin yıldızıyla ışıyan

- Dur güzelim yüzüne dokunacağım -

Ve aklı yetmeyen tarlakuşuna

Öpüşlerle derinleşen bir halı

Yeni gelin bahçeleri dokuyan

- Bu kör eylül karanlığından uzak -

Bir ölümsüz yaz ülkesi olmalı

Çıkalım buradan hemen gidelim

- Ben önce şu hesabı vereyim -

Avluda fatihin ormanlarından

Kesilmiş çamlara bakan rum yetim

İçimi yalnızlıkla dolduruyor

Kapıda sadakor bir dalgınlığın

Ardından bize bakan şu delikanlı

- Nasıl benim gençliğime benziyor -

Şiirimiz bitince ve solduğunda

Sarı gül yaprağına yazdığım divan

Alıp götürecek bir sahaf olmalı

Onat Kutlar



Cumhuriyet Gazetesi
candost32
candost32

Mesaj Sayısı : 287
Yaş : 38
Kayıt tarihi : 21/12/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Kurşunlar Hepimize | Yazı Dizisi Empty Geri: Kurşunlar Hepimize | Yazı Dizisi

Mesaj tarafından candost32 Perş. Ara. 17, 2009 7:55 pm

Kurşunlar Hepimize METİN GÖKTEPE Yazı Dizisi (3)
‘Gazeteciye özel muamele’



Sandalyeden düştü denilen Evrensel Muhabiri Metin Göktepe’nin statta ölü bulunduğu ortaya çıktı... Tanıkların anlattıkları tüyler ürpertiyor
Evrensel gazetesi muhabiri Metin Göktepe, 8 Ocak 1996 günü, Ümraniye E Tipi Cezaevi’nde meydana gelen olaylarda yaşamını yitiren Orhan Özen ile Rıza Boybaş’ın Alibeyköy’de yapılan cenaze törenine, “Mutlaka ben izlemeliyim arkadaşlar” diyerek gitti. Ancak, “Sarı Basın Kartı” olmadığı gerekçesiyle ilçeye sokulmadı. Haberi izlemekte “ısrarcı” davranınca da, gözaltına alındı ve yüzlerce insanla birlikte Eyüp Kapalı Spor Salonu’na götürüldü. Burada polislerin şiddetli cop darbeleriyle dövülerek öldürüldü.

‘Sandalyeden düştü’

Ertesi sabah, Eyüp Nöbetçi Savcısı Erol Canözkan Metin Göktepe’nin öldüğünü ve cesedinin Adli Tıp’ta olduğunu söyledi. Savcı Canözkan, Metin Göktepe’nin gözaltına alındığını ancak, akşamüzeri serbest bırakıldıktan sonra Eyüp’te bir çay bahçesinde otururken fenalaşarak sandalyeden düşüp öldüğünü iddia etti. Ancak kısa bir süre sonra açıklanan geçici otopsi raporunda, Göktepe’nin ölüm nedeni “kafa travmasına bağlı beyin kanaması ve doku içi kanama” olarak belirlendi. Daha sonra da Metin’in çay bahçesinde değil, stadyumda ölü bulunduğu ortaya çıktı.

Evrensel gazetesi, 10 Ocak Çarşamba günü, “Metin katledildi, susmayacağız!” manşetiyle çıktı. Arka sayfada ise “Bu yürek susmayacak” denildi. Gazetede yer alan bütün haberlere Metin Göktepe imzası atıldı. “Gerçeği yazmaya devam edeceğiz. Ve asla susmayacağız” denilen başyazıda şu görüşler öne sürüldü:

Muhabirimiz Metin Göktepe, polis tarafından dövülerek öldürüldü. Son 5 yıl içinde Metin, öldürülen 25’inci gazeteci. Bu 25 gazetecinin ortak özelliği, ülkeyi yönetenlerin hoşuna gitmeyen gerçekleri yazmak ve “faili meçhul” bir biçimde öldürülmek. Savcılık ve yetkililer, Metin Göktepe’nin gözaltındayken gerçekleştirilen öldürülmesini de bir “faili meçhule” dönüştürmek istiyor. Oysa olay ne “faili meçhul”dür ne de sıradan polisler tarafından işlenen bir cinayettir. Olayın gelişim seyrinden de anlaşılacağı gibi Göktepe, diğer gazeteciler arasından seçilerek alınmış ve öldürülmüştür. Bu tutum açıkça; kurulduğu günden beri işçilerden, emekçilerden, devrimcilerden, demokratlardan yana saf tutan ve gerçekleri yazmakta ısrar eden Evrensel’e ve gerçek peşinde koşan gazetecilere verilen bir gözdağıdır.




Tanıklar konuşuyor…

Alibeyköy girişinde gözaltına alınan Deniz Özcan, 17-25 yaş arasındaki hemen herkesin gözaltına alındığını ve onar kişilik gruplar halinde Eyüp Kapalı Spor Salonu’na götürüldüklerini söylüyor ve “içerde” olanları şöyle anlatıyordu:

“İşkencehane dedikleri bir yere indirildim. Yaklaşık 20-25 dakika dövüldüm. O sırada Metin getirildi. Amirlerden biri, ‘İşte bu gazeteci, buna özel muamele’ dedi. On kişi Metin’in üzerine çullandı. Metin’e, coplarla ve kazma sapına benzer sopalarla vuruyorlardı. Metin yaklaşık on dakika sonra bayıldı. Su döküp ayıltılar. Biraz bekleyip tekrar dövmeye başladılar. Kafasında yarıklar oluşmuştu. Burnu falan kanıyordu. O ara Metin çok kan kaybettiği için ben kalkıp polislere saldırdım. Polisler beni tuttukları gibi kafamı duvara vurdular. Ben yarı baygın şekilde, montumun aralığından Metin’i görüyordum. Polisler benim baktığımı fark etmemişti. Metin çok kan kaybediyordu. Tuttular tuvalete götürdüler. Tuvalette lavabo kandan tıkanmıştı. Getirdiler, yine dövdüler. Metin’in orada öldüğünden eminim. Polislerden biri, ‘Bu ölecek. Bunu hastaneye götürelim’ dedi. Ama diğerleri ‘Ölürse ölsün sana ne’ diyerek onu dışarı çıkardılar ve dövmeye devam ettiler. Birbirlerine Haydar, Abdullah, Ali diye sesleniyorlardı...”

Tüm tanıklar aynı noktada birleşiyordu, Metin Göktepe, gözaltında dövülerek öldürülmüştü. Göktepe’nin, “Ben gazeteciyim, beni niye dövüyorsunuz?” demesi üzerine, polislerin daha fazla dövmeye başladıklarını ve Metin’in “özel bir muameleye” tabi tutulduğunu, gözaltındaki pek çok kişi duymuş ve görmüştü.


YAZ TATİLLERİNDE ÇALIŞIP EĞİTİMİNİ SÜRDÜRDÜ
Metin Göktepe, 10 Nisan 1968’de, Sivas’ın Gürün ilçesine bağlı Çivil köyünde doğdu. Yaşamının ilk 11 yılını burada geçiren Metin Göktepe, geçimini tarım ve hayvancılıkla sağlayan, 8 çocuklu emekçi bir ailenin 7. çocuğu ve kendisine, “ölmeyecek, göğe çıkacak, kurtarıcı” anlamında “Mehdi” diye seslenen, çok okuyan bir babanın oğluydu. İlkokulu, köyün tek okulunda, birleştirilmiş sınıfta okuyan Metin Göktepe, çalışkan, başarılı, sevilen bir öğrenciydi. Abla ve ağabeylerinin yıllara yayılan göçünün ardından 1979’da annesi ve babasından hemen önce küçük kardeşi Aziz ile birlikte İstanbul’a geldi. Liseden mezun olduktan sonra bir yıl dershaneye devam etti ve buradaki başarısıyla, kardeşinin de dershaneye gitmesini sağladı. Yaz tatillerinde çalışarak harçlığını çıkaran ve böyle okuyan Göktepe, 1989 yılında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Bölümü’ne girdi. Çevresinde, sürekli gülen, çok geniş bir arkadaş çevresi olan ve hoşsohbet biri olarak tanınan Göktepe, 1992 yılından “Haberde ve Yorumda Gerçek” dergisinde çalışmaya başladı. Yayın hayatı boyunca derginin muhabiri olarak çalışan Göktepe, 7 Haziran 1995’te kurulan Evrensel gazetesinde başından itibaren yer aldı.
Cumhuriyet Gazetesi
candost32
candost32

Mesaj Sayısı : 287
Yaş : 38
Kayıt tarihi : 21/12/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Kurşunlar Hepimize | Yazı Dizisi Empty Geri: Kurşunlar Hepimize | Yazı Dizisi

Mesaj tarafından candost32 Perş. Ara. 17, 2009 7:55 pm

Kurşunlar Hepimize METİN GÖKTEPE Yazı Dizisi (4)

Geçiştirilmeye Çalışıldı



Olayın üzerine giden duyarlı yurttaşların baskısıyla soruşturma açıldı. 3 yıllık dava sonrasında 6 polis mahkûm oldu

İçişleri Bakanlığı müfettişlerinin Metin Göktepe’nin ölümüyle ilgili soruşturması, 7 Şubat günü sonuçlandı. Müfettişler tarafından hazırlanan 38 sayfalık fezlekede 48 polisin yargılanması istendi. İlk duruşma 6 Şubat 1997 tarihinde, Afyon Kapalı Spor Salonu’nda yapıldı. 2000 yılında sonuçlanan davada sadece 6 polis az bir ceza alarak mahkûm oldu.



Evrensel Gazetesi İmtiyaz Sahibi Vedat Korkmaz, Valiliğe bir dilekçe vererek suç duyurusunda bulundu. Korkmaz dilekçesinde Metin Göktepe’nin görevli bulunduğu Alibeyköy’de polis tarafından keyfi olarak, yasalara aykırı bir biçimde gözaltına alındığını ve gözaltında polisler tarafından dövülerek öldürüldüğünü anlatarak, polisler hakkında soruşturma açılmasını istedi. Metin’in ağabeyi İbrahim Göktepe de, Eyüp Cumhuriyet Savcısı Erol Canözkan’a ifade verdi ve Metin’in gözaltında polisler tarafından öldürüldüğünü belirterek, şikâyetçi olduğunu söyledi.

İstanbul Emniyet Müdürü Orhan Taşanlar, gözaltına alınanlar arasında Göktepe’nin olmadığının kamera görüntülerinden de tespit edildiğini, listede isminin yer almadığını ileri sürdü. Gazetecilerin ısrarlı sorularına muhatap kalan dönemin Başbakanı Tansu Çiller; savcılık ve emniyet müdürlüğü, Metin’in gözaltına alındığını beyan etmiş olmasına karşın kendilerine gelen bilgilere göre gözaltı olayı olmadığını söyledi. İçişleri Bakanı Teoman Ünüsan’ın ilk açıklaması da, “Polis kayıtlarına göre Göktepe gözaltına alınmamış” oldu. Aynı akşam katıldığı bir TV programında, Göktepe’nin gözaltına alınmadığı iddiasını yineleyen Ünüsan, “Bize gelen bilgiler duvardan düşerek öldüğü şeklinde” dedi.

Büyük tepki…

Metin Göktepe’nin ölüm haberini aldıktan sonra, Evrensel gazetesi ziyaretçi akınına uğradı. Gazeteye gelen çok sayıda gazeteci, sendikacı, aydın, kitle örgütü temsilcileri, de- mokratik kuruluş yöneticileri Metin Göktepe’nin ölümünden duydukları üzüntüyü ve başsağlığı mesajlarını aktarırken, devlet terörüne dikkat çektiler.

Suç duyurusu

Çağdaş Hukukçular Derneği İstanbul Şubesi, Ümraniye Cezaevi’nde ölen iki tutuklunun cenaze töreni sırasında 1000’in üzerinde kişinin gözaltına alınması ve Evrensel muhabiri Metin Göktepe’nin polis tarafından öldürülmesi ile ilgili olarak herkesi suç duyurusunda bulunmaya çağırdı.

Suç duyurusu kampanyasına sayısız kurum ve kuruluş ile binlerce kişi katıldı. Sendikacılar, kitle örgütü temsilcileri, gazeteciler, kamu emekçileri, öğrenciler, sanatçı ve yazarlar çağrıyı desteklediklerini açıkladılar. Suç duyurusunu destekleyenlerin sayısı kısa sürede on binleri buldu.

Basın Konseyi Yüksek Kurulu, Evrensel gazetesi muhabiri Metin Göktepe’nin öldürülmesiyle ilgili sorumluluğun, onun başına taşla veya copla vurup canını alan polisten önce, iki yıl önceki İçişleri Bakanı Nahit Menteşe ile o zamanki İçişleri Bakanı Müsteşarı Bekir Aksoy ve Emniyet Müdürü Mehmet Ağar’a ait olduğunu vurguladı.

Basın Konseyi Yüksek Kurulu açıklamasında, “Genç gazeteci Metin Göktepe’nin ister bilerek ve isteyerek, ister özel kasıt taşımayan bir hunharlık sonucu öldürülmüş olması, ülkemizde görev yapan gazetecilerin, sadece yasa tanımazların değil, yasaları egemen kılmakla görevli olanların da saldırı tehdidi altında bulunduğunu gösteren son ve vahim bir örnektir” dendi.

Soruşturma açılıyor…

Göktepe ailesinin, gazetecilerin, avukatların ve Evrensel gazetesinin ısrarlı çabalarıyla İçişleri Bakanlığı soruşturma başlatmak zorunda kaldı. Göktepe’nin gözaltına alındığının tanık anlatımlarıyla ve raporlarla ispatlanması üzerine İçişleri Bakanı Teoman Ünüsan, Metin Göktepe’nin gözaltında işkence sonucu öldürüldüğünü kabul etti ve “Başta Göktepe’nin annesi ve ailesi olmak üzere Türk basınından özür diliyorum” dedi.

17 Ocak günü, 350’nin üzerinde müdahil avukat, Eyüp Cumhuriyet Başsavcılığı’na dilekçe vererek, İçişleri Bakanı Ünüsan, İstanbul Emniyet Müdürü Orhan Taşanlar, İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Kemal Bayrak, İstanbul Çevik Kuvvet Müdürü ve olay günü Eyüp ve Eyüp Spor Salonu’nda görev yapan polisler hakkında “kasten adam öldürmek, cürüm işlemek için memuriyetini kullanmak, cürüm işleyenleri saklamak, suç işlemeye tahrik, iş ve çalışma özgürlüğünü tahdit, kişi özgürlüğünden mahrum etmek ve memuriyet ve mevki nüfuzunu suiistimal etmek” suçlarından soruşturma açılmasını istedi.

‘Özrü kabul etmiyorum’

İçişleri Bakanı Ünüsan’ın Metin Göktepe’nin ailesinden ve basın camiasından devlet adına dilediği özür, Metin Göktepe’nin annesi Fadime Göktepe tarafından kabul edilmedi. Anne Göktepe, oğlunu öldürenlerin cezalandırılmasını isteyerek, “Yüreğim yanıyor. Bu iş sadece özür dilemekle olmaz, katillerin de cezalandırılmaları gerekir. Dilenen özürleri, katiller cezalandırılıncaya kadar kabul etmiyorum” dedi.

48 polise soruşturma…

İçişleri Bakanlığı müfettişlerinin soruşturması, 7 Şubat günü sonuçlandı. Müfettişler tarafından hazırlanan 38 sayfalık fezlekede 48 polisin yargılanması istendi. İlk duruşma 6 Şubat 1997 tarihinde, Afyon Kapalı Spor Salonu’nda yapıldı. 2000 yılında sonuçlanan davada sadece 6 polis az bir ceza alarak mahkûm oldu.

Tazminata mahkûm oldu

Göktepe’nin ailesi, İstanbul 2. İdare Mahkemesi’nde İçişleri Bakanlığı aleyhine tazminat davası açtı. Başvuruda, Fadime Göktepe için 500 milyon lira maddi, ayrıca anne ve kardeşler için 27 milyar lira manevi tazminat isteminde bulunuldu. İstanbul 2. İdare Mahkemesi de, yaptığı inceleme sonunda İçişleri Bakanlığı’nı anne Göktepe’ye 1 milyar 392 milyon 57 bin 183 lira maddi, tüm Göktepe ailesine toplam 8.5 milyar lira manevi tazminat ödemeye mahkûm etti. Bunun üzerine İçişleri Bakanlığı, kararın iptali ve yürütmenin durdurulması istemiyle Danıştay’a başvurdu. Danıştay 10. Daire, yürütmeyi durdurma istemini reddetti. Ancak mahkeme tarafından hükmedilecek tazminat miktarının istemle sınırlı olması gereğinden hareket eden Danıştay, maddi tazminatın yasal faizleriyle birlikte 500 milyon olarak Fadime Göktepe’ye ödenmesine, manevi tazminat olarak 8.5 milyar liranın onanmasına karar verdi.

Dava AİHM’de

Göktepe Ailesi’nin vekillerinin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne yaptığı başvuru ise halen sonuçlanmadı. Göktepe davası avukatları başvurularında, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde yer alan adil yargılanma ve yaşam hakkının ihlal edildiğini, işkence yapıldığını kaydettiler.


ANNESİ FADİME GÖKTEPE:

Metin’i özellikle seçip öldürdüler

Metin Göktepe, yaz, kış, yağmur, çamur demeden, evleri yıkılan insanların, cumartesi annelerinin, kamu emekçilerinin, öğrencilerin, sistemle derdi olan herkesin yanı başındaydı. Nerede bir kitle gösterisi varsa orada olmuştu. Alevlerin, kurşunların arasından seken, bir savaş muhabiri gibiydi.

Alibeyköy’e girebilmek, cenaze törenini izleyebilmek için binbir zorlukla boğuştu, gözaltına alındı. Tanıklar, Metin’i son gördüklerinde ‘Ben gazeteciyim. Evrensel’de çalışıyorum’ dediğini duydular. Metin Göktepe, haberini son nefesiyle imzalamıştı.

Göktepe’nin dostları, arkadaşları, sevenleri, demokratik bir ülke özlemi içindeki yığınlar, mahkeme nereye sürülürse sürülsün, hangi salona alınırsa alınsın davanın peşini bırakmadı. Bu takibi örgütlü ve ısrarlı bir baskıya dönüştürenler arasında Metin’in annesi Fadime Göktepe de vardı. Anne Göktepe sorularımızı şöyle yanıtladı: “Metin’i en güzel gençlik çağında öldürdüler, ne diyebilirim ki. Öldürenler devletin polisleri, dövenlerin çoğu Metin’in yaşlarında polislerdir. İnsanlıktan çıkmış, gözlerini kan bürümüş vahşi canavarlar olmuşlar. Metin’in geleceği çocukluğu kadar tertemiz parlak olacaktı, ne diyeyim… Metin, dürüst karakterli zeki bir kişiliğe sahipti. Yoksuldan, ezilenden taraftı. Bir gün olsun bir komşumuz Metin’in hakkında kötü bir şey söylemedi, duymadım. Metin gerçek bir devrimciydi. Bana hep devrimcileri anlatırdı. Metin gençliğini yaşayamadığı gibi çocukluğunu da yaşamadı. Hiç çocuk olup oyuncaklarla oynamadı. Bir tek mahalle aralarında top oynadı. Metin, yoksuldan, ezilenden yanaydı. Çalıştığı gazete de devrimci bir gazeteydi. Metin’i özellikle seçip öldürdüler ki gençler korksun, devrimci olmasınlar, solcu olmasınlar, haksızlığa karşı çıkmasınlar, gerçekleri yazmasınlar diye. Uğur Mumcu’yu da diğer gazetecileri de kalemlerinden korktukları için öldürdüler.

Uzaklara sürdüler
Metin’i öldürenler yalanlar uydurdular. Ben 80 yaşındayım. Metin’e herkes sahip çıktı. ‘Hepimiz birer Metiniz’ dediler. Bana güç verdiler, ayakta kaldım. Sonra Metin’in davasını örtbas etmek istediler. Mahkemeyi uzaklara sürdüler ki, kimse sahip çıkmasın. Aydın’a sürdüler, baktılar ki herkes sahip çıkıyor, korktular. Afyon’a verdiler, ama yıldıramadılar ne beni ne avukatları ne de halkı. Herkes inadına Metin oldu. Hâkimi sürdüler, yine de kapatamadılar. Çünkü Metin’e avukatlar, öğrenciler, gazeteciler, işçiler sahip çıktılar. Az da olsa polisler ceza aldı dedik. Yatmadan af çıkardılar, çetelere katillere af çıkardılar, ödül verdiler. Ama solcuları hapiste öldürdüler, işkence yaptılar, cezaevlerinde yaktılar, idam ettiler. Hak hukuk nerde? Deniz Gezmiş kimi öldürmüş, idam ettiler. Ya çeteler, hepsi serbest. Adalet yok ki yerini bulsun. Hukukta adalet de onların. Bir gün gelecek haksızlığa uğrayanlar hesap soracaklar. Yaptıkları yanlarına kâr kalmayacak. Metin’i yaşattığınız için size teşekkür ediyorum.”

Cumhuriyet Gazetesi
candost32
candost32

Mesaj Sayısı : 287
Yaş : 38
Kayıt tarihi : 21/12/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Kurşunlar Hepimize | Yazı Dizisi Empty Geri: Kurşunlar Hepimize | Yazı Dizisi

Mesaj tarafından candost32 Perş. Ara. 17, 2009 7:56 pm

Kurşunlar Hepimize GAFFAR OKKAN Yazı Dizisi (6)

Hizbullah’a Kök Söktürdü



Gaffar Okkan ve 5 güvenlik görevlisi Diyarbakır’da pusu kurularak öldürüldü

Evli ve iki çocuk babası olan Gaffar Okkan, 24 Ocak 2001 günü Diyarbakır’da pusu kurularak öldürüldü. Emniyet Müdürü Okkan’la birlikte 5 güvenlik görevlisi de teröristlerin Kalaşnikof silahlarla açtığı ateş sonucu şehit düştü.

Olay kentin Şehitlik Semti’nde Emniyet Müdürlüğü’ne 150 metre mesafedeki Et ve Balık Kurumu önündeki kavşakta saat 17.55’te meydana geldi. Gaffar Okkan, Emniyet Müdürlüğü binasından ayrıldıktan hemen sonra, makam otomobiline ve arkadan gelen koruma polislerinin bulunduğu araca ateş açıldı. Şehit polis memurlarının özel kalem görevlisi Mehmet Kamalı, emniyet müdürünün korumaları Sabri Gün, Mehmet Sepetçi, Atilla Durmuş ve Selahattin Baysoy olduğu belirlendi. Kritik görevde bulunan ve sürekli tehdit altında bulunan Okkan’ın, makam otomobilinin zırhlı olmaması tartışmalara neden oldu.

Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan ve 5 polis memurunun katledilmesi, toplumun her kesimince sert bir dille kınandı.

Saldırı sonrasında Diyarbakır’da geniş çaplı bir operasyon başlatıldı. Özellikle Bağlar ve Şehitlik ile Suriçi semtlerinde çok sayıda eve polis tarafından operasyon düzenlendi, kuşkulu görülen yüzlerce kişi gözaltına alındı.

Bu arada Diyarbakır Valiliği yaptığı yazılı açıklamayla Emniyet Müdürü Okkan ve arkadaşlarını şehit eden teröristlerin bildirilmesi için ihbar telefonlarını duyurdu. Tüm vatandaşlardan hainlerin yakalanması için yardım beklendiği belirtilen açıklamada, saldırganların yakalanmasının kentin ‘namus borcu’ olduğu, Diyarbakır halkının bu duyarlılığı göstereceği kaydedildi. Duyuruda “Katillerin adresini veya saklandıkları yeri bilenlerin insanlık adına, şehitlerimizin kanı kurumadan ihbarda bulunmalarını istiyoruz” denildi.

Hizbullah imzasını attı

İlk incelemelerde saldırı sırasında 3 el bombası atıldığı, bunlardan birinin patladığı, teröristlerin 15 Kalaşnikof tüfek ve iki Makarof tabanca kullandıkları açıklandı. Olay yerinde 469 Kalaşnikof, 10 Makarof ve 48 adet de 9 milimetrelik boş kovan ele geçirildiği, balistik inceleme sonucu, Kalaşnikof kovanlarının 15 ayrı silahtan, 10 boş kovanın Makarof tabancadan, 48’inin de güvenlik güçlerinin kullandığı dört ayrı tabancadan çıktığı belirlendi. Saldırıyı gerçekleştirenlerin sayısının ise 15 olduğu kesinlik kazandı. Bu arada Hizbullah’ın kullandığı bilinen silahlardan Makarov’un olay yerinde “imza” amacıyla bırakıldığı bildirildi.

Beykoz operasyonunun altyapısını hazırladı

2000 yılı öncesi ve sonrasında Hizbullah’a en büyük darbe Diyarbakır’da vuruldu. Okkan’ın bizzat yönettiği, 250 noktaya yönelik operasyonlarda 462 örgüt mensubu yakalanmış, 122’si tutuklanmıştı. Okkan’ın şehit edildiği gün bile Diyarbakır DGM’ye 10 Hizbullah militanı çıkarılmıştı.

Hizbullah’ın “İlim Kanadı”nı çökerten Okkan, örgütün 800 sayfa belgesini inceleterek, ünlü Beykoz operasyonunun altyapısını hazırladı ve lideri Hüseyin Velioğlu’nun 17 Ocak 2000’de düzenlenen operasyonda öldürülmesini sağladı. Bu operasyonun ardından binlerce militanı yakalanan örgüt, Okkan’ı ölüm listesinin başına koydu. Ancak Okkan operasyonların süreceğini belirtiyor ve katledilmeden kısa süre önce, 15 Ocak 2001 tarihinde, yaptığı basın toplantısında 26 tetikçinin adını açıklıyor ve Hizbullah’ın çökertilmesinde son adımın bu tetikçilerin yakalanması olduğunu belirtiyordu.

Uğur Mumcu suikastının 8. yıldönümünde gerçekleştirilen bu saldırı, “Suikast için özel bir gün mü seçildi” sorusunu da gündeme getiriyordu. Okkan faili meçhul cinayetlerin aydınlatılmasına giden yolu açarak Hizbullah’la mücadele etmiş, İstanbul Beykoz’da, Diyarbakır’da ve Batman’da ele geçen dokümanlar ve kasetleri inceledikten sonra Uğur Mumcu ve Ahmet Taner Kışlalı’nın katilinin Hizbullah olduğuna inanmıştı.

Diyarbakır seni unutmayacak

Silahlı ve bombalı saldırı sonucu yaşamını yitiren Emniyet Müdürü Ali Gaffar Okkan ve 5 meslektaşı, 25 bin yurttaşın katıldığı görkemli bir törenle Diyarbakır’dan uğurlandı. Türk bayraklarına sarılı cenazelere vatandaşlar alkışlarla karanfiller attılar.

İlk kez bir emniyet mensubu için üstelik de Diyarbakır’da halk sokaklara döküldü, sloganlar attı ve cinayete tepkisini ortaya koydu. Son 20 yılını terörü en sıcak şekilde yaşayarak geçiren Diyarbakırlılar, Okkan’ın resimlerini ve Türk bayrakları taşıyarak teröre lanet yağdırdılar... Herkesin gözyaşı döktüğü törende “Gaffar’lar ölmez”, “Diyarbakır seni unutmayacak”, “Gaffar’a uzanan eller kırılsın”, “Katiller bulunsun”, “Seninle gurur duyuyoruz” sloganları atıldı.

Yıllardır terör örgütlerinin baskılarıyla kepenk kapatan yurttaşlar bu kez kendi özgür iradeleriyle kepenklerini indirdiler, duydukları üzüntüyü simgelemek için siyah bayraklar astılar. Halka açık eğlence yerlerinden, tekel bayilerine, mahalle bakkallarından ünlü markaların satıldığı lüks mağazalara, matbaalara kadar birçok işyerine “Saldırıyı kınamak için bugün kepenklerimizi açmayacağız”, “Değerli emniyet müdürümüzün vefatından dolayı yastayız”, “Gaffar kardeşimizin katlinden dolayı kapalıyız”, “Bugün büyük acımız, bundan dolayı kapalıyız” şeklinde yazılar asılması dikkati çekti.

Dolmuşçu esnafı da saldırıya tepkilerini kontak kapatarak gösterdi. Diyarbakır’da bütün dolmuş hatlarında çalışan esnaf araba çalıştırmazken araçların antenlerine de siyah kurdeleler takıldı. Yurdun dört bir tarafından da Diyarbakır Valiliği’ne siyah çelenkler geldi.


TERÖRE KARŞI SPOR

Diyarbakır Emniyet Müdürü Ali Gaffar Okkan 1952 yılında Sakarya’nın Hendek ilçesinde dünyaya geldi. İlk ve ortaokulu burada tamamladıktan sonra Ankara Polis Enstitüsü’ne girdi ve 1970 yılında görevine başladı. Ege Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu olan Okkan, İzmir, Eskişehir, Urfa ve Kars’ta görev yaptıktan sonra Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü’ne atandı.

Diyarbakır’da 1998 yılında göreve başlayan Okkan, meslek yaşamı boyunca cesareti ve görevine bağlılığı ile tanındı. Göreve gelmesiyle kentin özellikle sosyal yaşantısında gözle görülür değişiklikler oldu. Diyarbakırspor Kulübü Başkanı olarak sporla yakından ilgilenen ve halkla iç içe yaşayan Okkan, Diyarbakırspor’un 1’inci Lig’e çıkması için de büyük çaba harcadı. Halkın büyük sempati beslediği Okkan bir dönemler Güneydoğu’nun Paris’i olarak adlandırılan kente yeniden hayat vermeye başladıklarını ve bölge insanının, yavaş yavaş oksijen çadırından çıktığını ifade etmiş ve şunları söylemişti: “Terör, sadece silahla yenilmez. İnsanları dağdan, bayırdan, kahveden çıkarıp tribüne getiriyoruz. Artık Diyarbakırspor gibi bir beklentileri var. Sokaktaki işsiz de, otelci de, taksici de Diyarbakırspor’un 1. Lig’e çıkmasını gözlüyor...”

‘HİZBULLAH BİTMEDİ’

Emniyet Müdürü Ali Gaffar Okkan, 15 Ocak’ta Cumhuriyet gazetesi Diyarbakır Büro Şefi Mahmut Oral ile terör örgütlerine ilişkin bir röportaj yapmıştı. Okkan, Hizbullah’ın Türkiye gündemine oturduğu ve Hüseyin Velioğlu’nun öldürüldüğü 17 Ocak 2000 Beykoz operasyonundan sonra şeriatçı örgütü değerlendirmiş, Hizbullah’ın henüz bitmediğini, kimlikleri belirlenen 26 tetikçiyi yakalamak için operasyonların sürdürüldüğünü söylemişti.

Okkan suikastı bağlantılı 5 ayrı dava görüldü. Davaların çoğu 2007 yılında sonuçlandı. Bu davalardan yalnızca birinde, 3 sanığın eylem ile bağlantısı tespit edilirken, geri kalan dört davada yargılanan 11 sanığın olaya ilişkin bir bağlantısının olmadığına vurgu yapıldı.


Gaffar Okkan’a görkemli tören

Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan memleketi Hendek’te düzenlenen görkemli bir törenle toprağa verildi. Binlerce kişinin katıldığı törende terör nefretle kınandı. Bir poşet içinde Diyarbakır’dan getirilen toprak da Okkan’ın mezarına döküldü.

Okkan’ın cenazesinin tören alanına taşınması sırasında yurttaşlar, “Hendek seninle gurur duyuyor”, “Kahrolsun PKK, kahrolsun terör”, “Polise uzanan eller kırılsın” sloganlarını attılar. Yurttaşlar ayrıca “Sen ölmedin kalbimizdesin, terör ortamında beslenenler, bu millet er geç yakanıza yapışacaktır”, “Katiller yakalansın, şehitlerin kanı yerde kalmasın” yazılı pankartlar da taşıdılar. En çok dikkati ise “Kahrolsun Hizbullah” pankartı çekti.

Ayrıca ilçede yurttaşlar, kepenklerini kapatarak camlarına “Şehit cenazemizden dolayı işyerimiz kapalıdır” yazıları astılar. Cumhuriyet Alanı araç trafiğine kapatılırken araçlara ve işyerlerine siyah kurdele takıldı. İlçenin çeşitli yerlerine siyah bez üzerine yazılı “Başımız sağ olsun” pankartları ile bina ve işyerlerine Okkan’ın resimleri asıldı. Karne alan öğrencilerin karnelerinin üzerine Okkan’ın fotoğrafını yapıştırmaları dikkat çekti.


Eşi Zerrin’den Gaffar Okkan’a mektup

Çocuklarımıza senin yokluğunu hissettirmemeye çalışıyorum. Babasına sarılan bir çocuk gördüğümde içim titriyor. Can’ın kin, intikam, nefret duygularından uzak büyüyebilmesi için uğraşıyorum. Biraz daha büyüyünce senin olayını irdeleyeceğinden, soracağı sorulardan korkuyorum. Senin yokluğun canımı çok acıtıyor. Çocuklarımı babasız bırakmalarını, yapılan canice suikastı kesinlikle kabul edemiyorum. Hepsine lanet ediyorum.

Hava erken kararırdı bu kentte, o gün sanki daha erken çökmüştü karanlık. Zerrin Hanım evde sekiz yaşındaki oğlu Can ile beraberdi. Akşam saatlerinde kapı çalındı. Karşısında iki komşusu duruyordu. Zerrin Hanım, her zamanki gibi güleryüzle karşıladı konuklarını. Ama bir terslik vardı. Komşuları hiç konuşmuyordu. Şaşkın şaşkın baktı yüzlerine. “Kötü bir şey mi oldu? Sizin çok acayip bir haliniz var. Renginiz benziniz uçmuş” dedi. Zerrin Hanım yine yanıt alamadı. Bu kez, “Birine bir şey mi oldu? Ne oldu? İnsanı çıldırtmayın, delirtmeyin” diye söylenirken, komşuları ona sakin olmasını, bir olay olduğunu ama olayın içeriğini bilmediklerini söylediler. O sırada Can içerden koşarak yanlarına geldi: “Anne, televizyon babamı söylüyor!”

Zerrin Okkan, olaydan sonra birçok mektup yazdı eşine. Zerrin Okkan sorularımızı yanıtlamak yerine, pek çok soruya yanıt olabileceğine inandığı bu mektuplardan birini iletti bize.

Canımın içi, canım benim

Sensizliğimin dördüncü yılı bitmek üzere. O tarih, o kahrolası gün yaklaşıyor. Ben yine devre dışı olmaya başladım. Her yerde varım. Ama yokum. Kurulmuş bir makine gibi üstüme düşeni yapmaya çalışıyorum. Bu arada yazmaya çabalıyorum. Seni anlatmak en büyük gayretim. “Yazmak, yazmak, yazmak…” diyor hocamız. Çok zor iş biliyor musun? Uğraşıyorum, didiniyorum, elimden geleni yapmaya çalışıyorum. Biraz seni, biraz kendimi. Duygularımı yazdım şimdiye dek. Kimselerle paylaşamadığım duygularımı paylaşıyorum yeni tanıştıklarımla. Rahatlıyor muyum? Daha çok çıkmaza mı giriyorum? Galiba paylaşmak bana iyi geliyor.

Düşünüyorum. Seni düşünüyorum. Toplumu, insanları düşünüyorum. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” diyen suskun insanları düşünüyorum.

Susmak, susmak, hep susmak. Birçok insan yaşamı boyunca hep bu görevi üstlendi. Kendi kabuğunda sessiz sakin yaşamayı marifet saydı. Zannetme ki bir şeyler değişti. Halen bu böyle sürüp gidiyor. Ne vardı memleket sorunlarını bu kadar irdelemeye. Üstüne gitmeye. Sen de birçok meslektaşın gibi dur denilen yerde durmasını bilseydin. Salla başını, al maaşını çalışsaydın. Yüreksiz olsaydın. Sorumluluk sahibi olmasaydın. Medeni cesaretin olmasaydı. Direnmeseydin, birçok şeye. Nabza göre şerbet verseydin. Sen mi kurtaracaktın bu memleketi?

Özür dilerim sevgilim, beni tanımıyorsun değil mi? Bu benim karım değil diyorsun. Kusura bakma. Sensizliğin özlemi söyletiyor bunları bana. Biliyorum şu an yaşıyor olsaydın, nasıl kızardın bana kim bilir? “Benim gibi bir adamın eşine bu düşünceler yakışmaz” dediğini duyar gibiyim. Lakin bana da hak ver. Özlemin bir çığ gibi büyüyor her gün. Zaman her şeyin ilacı diyorlardı, nasıl da yanılıyorlar. Geçen zamanla birlikte özlem büyüyor, büyüyor… Sensizlik gün geçtikçe yüreğime taş gibi oturuyor. Günbegün ağırlaşıyor. Bu ağırlığın altında eziliyorum.

Biliyor musun? Senin yokluğunu ne anam, ne kardeşlerim, ne oğlum, ne kızım, hiç kimse dolduramıyor. Yanlış anlama. Herkesin yeri ayrı. Onlar benim canım ciğerim. Hepsinden önemlisi yaşam kaynağım. Beni hayata bağlayan varlıklar.

Ümitsizce seni özlüyorum. Sana ihtiyacım var. Aç insanın ekmeğe, toprağa, suya ihtiyacı gibi. Seninle konuşmayı, sohbet etmeyi özledim. Hâlâ sabaha karşı uyanıyorum biliyor musun? “Hadi kalk hoca, biraz sohbet edelim” diyecekmişsin gibi geliyor.

Yanımdaymışsın gibi sohbet edelim istersen. Önce sana Can’ı anlatayım. Can olanca hızıyla büyüyor. Altıncı sınıfta. Ergenlik çağına girdi. Boyu benim boyumu geçti. Senin boyunu da geçecek gibi gözüküyor. Elleri, ayakları kocaman. Daha şimdiden kırk bir numara ayakkabı giyiyor. Senin gibi, insanları çok seviyor. Senin kokunu, sıcacık, sımsıcak ona sarılıp öpüşünü hatırlıyor. Ketum bir çocuk, senin yokluğunu fazla dile getirmiyor. Bir de arabada müzik dinlemeni, müzikle birlikte tempo tutuşunu anlatıyor. Geçen yıl, “Anne, babamın mezarına bir kaset koyalım, babam dinlesin” demişti.

Babam olsaydı, babam görseydi

Sezin master programını tamamladı. İki yıldır, iyi bir hukuk bürosunda avukatlık yapıyor. Sevgiyle, saygıyla büyümüş olduğu belli. Hatırnaz, kişiliği oturmuş. Duyarlı, sevgi dolu, insanları incitmekten korkan, insanlara değer veren bir yapıya sahip. Sezin nişanlandı biliyor musun? Hani tanışmayı bir türlü kabul etmediğin arkadaşı vardı ya, onunla. Mutlu. Çok mutlu. İşi iyi, eşi iyi. Mutlu olduğunda veya bir şeye üzüldüğünde sana çok ihtiyaç duyuyor. “Babam olsaydı, babam görseydi” diyor. Oralardan senin bizi kolladığını, sıkıntılı anlarımızda Hızır gibi yetiştiğini düşünüyor hep.

Bana gelince… çocuklarımıza senin yokluğunu hissettirmemeye çalışıyorum. Babasına sarılan bir çocuk gördüğümde içim titriyor. Can’ın kin, intikam, nefret duygularından uzak büyüyebilmesi için uğraşıyorum. Biraz daha büyüyünce senin olayını irdeleyeceğinden, soracağı sorulardan korkuyorum. Senin yokluğun canımı çok acıtıyor. Çocuklarımı babasız bırakmalarını, yapılan canice suikastı kesinlikle kabul edemiyorum. Hepsine lanet ediyorum. Medyada; “Gaffar Okkan suikastının tetikçisi yakalandı”, “Gaffar Okkan suikastının tetikçisi serbest bırakıldı” gibi haberler çıkıyor. Bu haberler beni çileden çıkarıyor. Bunları kim koşullandırdı? Kimler bu emri verdi? Bunların başı nerde? Kimler? Kimler? Cevabını bulamadığım birçok soru beynime üşüşüyor.

Sen ve senin gibiler. Gazeteciler, polisler, öğretmenler ve daha niceleri… Vatanı için çalışıp şehit edilenler. Sizden sonra da hiçbir şey değişmedi. PKK, Hizbullah, mafya, rüşvet, yolsuzluk, kaçakçılık, ahlaksızlık, gasp, cinayet, her şey mevcut. Haksızlıklar karşısında toplum olarak sustuğumuz sürece bu memlekette ne şehitler biter ne de kötülükler biter sevgilim.

Daha fazla yazamayacağım. Hazan yaprağı gibi titriyorum şu anda. Sezin, Can ve ben; senin gibi onurlu ve şerefli yaşıyoruz. Senin çocuğun, senin eşin olmanın gururunu taşıyoruz. Bir kahraman eşi, çocukları olmak herkese nasip olmaz.

Cumhuriyet Gazetesi
candost32
candost32

Mesaj Sayısı : 287
Yaş : 38
Kayıt tarihi : 21/12/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Kurşunlar Hepimize | Yazı Dizisi Empty Geri: Kurşunlar Hepimize | Yazı Dizisi

Mesaj tarafından candost32 Perş. Ara. 17, 2009 7:56 pm

Kurşunlar Hepimize NECİP HABLEMİTOĞLU Yazı Dizisi (7)
Elinde Telsiz Dini Radyo Dinliyordu



Silahlı saldırı sonucu öldürülen Necip Hablemitoğlu’nun komşuları ve eşi aynı kişiyi tarif etti İfadeler doğrultusunda çizilen robot resim hiçbir işe yaramadı, ‘faili meçhul cinayet’ sayıldı

Ankara Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr. Necip Hablemitoğlu, 18 Aralık 2002 günü, akşam evinin önünde uğradığı silahlı saldırı sonucu yaşamını yitirdi. Hablemitoğlu, üniversiteden çıktıktan sonra evinin yakınındaki alışveriş merkezine uğrayıp, saat 20.30 sıralarında Çankaya Portakal Çiçeği Sokak, 40 numaradaki evinin önüne gelen Hablemitoğlu, park yerinde kendisine ait 06 TF 647 plakalı araçtan indiği sırada silahlı saldırıya uğradı. 9 milimetrelik silahla başına iki el ateş edilen Hablemitoğlu olay yerinde yaşamını yitirdi.

Saldırgan ya da saldırganlar karanlıktan yararlanarak kaçarken, silah sesini duyan Hablemitoğlu’nun komşuları 155 Polis İmdat servisine olayı bildirdiler. Hablemitoğlu suikastı, Galatasaray-Ankaragücü maçı sırasında işlendi. Ahmet Taner Kışlalı’yı öldürdüğü gerekçesiyle mahkûm olan Kudüs Savaşçıları örgütü üyesi Ferhan Özmen ve arkadaşları da, Kışlalı’nın otomobiline bomba koydukları saatte Galatasaray-Liverpol maçı oynandığını söylemişti.

Dr. Hablemitoğlu’na yönelik saldırı, tüm yurtta büyük tepki yarattı. Olay; sevenleri, meslektaşları, üniversiteler, sivil toplum örgütleri, siyasi partiler, yargı ve emniyet yetkililerince kınandı. Evinin önüne, öldürüldüğü noktaya karanfiller bırakıldı.

Sürpriz tanık

Hablemitoğlu’nun eşi Şengül Hablemitoğlu, cinayet günü sabah saatlerinde “Fiat Brava” marka bir aracın içinde dini müzik dinleyen bazı kişiler gördüğünü söyledi. Akşam saatlerinde cinayetin duyulmasının ardından aynı apartmanda oturan komşu bir kadın, aynı gün öğle saatlerinde arabasıyla dönüş için manevra yaparken yolun karşısında bekleyen ve içinde iki kişinin bulunduğu bir araca çarptığını, bu hafif çarpma sonrasında arabadan inen eli telsizli bir kişinin, onunla tartıştığını anlattı. Komşu kadın, öğleyin kendisine hakaret eden eli telsizli kişiyi akşam cinayet sonrasında da evin önünde gördüğünü, bu kez bir bere takmış olduğunu söyledi. Şengül Hablemitoğlu’nun sabah radyo dinlerken gördüğü kişinin eşgali ile komşu kadının tarif ettiği kişi birbirine benziyordu. Tanık ve Şengül Hablemitoğlu’nun ifadesi doğrultusunda zanlının robot resmi çizildi. Ancak, “Fiat Brava” gümüş rengi araca ulaşılamadı.


Gülen davasında müdahildi

Eski DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel, Nur cemaati lideri hakkında açtığı dava için Hablemitoğlu’ndan aldığı bilgilerle ek iddianame düzenledi. Dr. Necip Hablemitoğlu Alman vakıflarının Türkiye’de yasal olmayan çalışmalar yaptığını, etnik ve mezhepsel ayrılıkları körüklediğini de öne sürüyordu.

Hablemitoğlu’nun adı ilk olarak, eski DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel’in Nur Cemaati lideri Gülen hakkında açtığı davayla gündeme geldi. Yüksel, davayı açtıktan sonra Hablemitoğlu’nun bu konuda kaleme aldığı “Etki Ajanları, Nüfuz Casusları ve Fethullahçılar” adlı makaleyi fark etti. Yeni Hayat adlı derginin Ağustos 2000 tarihli sayısında yer alan makaleden sonra Hablemitoğlu ile temasa geçen Yüksel, bu teması bilim adamının öldürüldüğü güne kadar sürdürdü. Bu arada, Hablemitoğlu, Emniyet’teki “Fethullah Gülen yanlısı yapılanmaya” ilişkin bir kitap hazırlamış, ancak, hiçbir yayınevi bu kitabı basmaya yanaşmamıştı. Yüksel, Hablemitoğlu’nun araştırması ve verdiği bilgilere dayanak alarak Gülen hakkında ek iddianame de düzenledi.

Nuh Mete Yüksel, “bir kadınla ilişkisini” ortaya koyduğunu iddia eden kasetin kamuoyuna deşifre edilmesinin ardından, HSYK kararıyla, Ankara Cumhuriyet Savcılığı’na atanarak davadan el çektirildi.

Dr. Necip Hablemitoğlu Alman vakıflarının Türkiye’de yasal olmayan çalışmalar yaptığını, etnik ve mezhepsel ayrılıkları körüklediğini de öne sürüyordu. Söz konusu vakıfların gelir kaynaklarının yüzde 90’ından fazlasının Alman devleti tarafından karşılandığını savunan Hablemitoğlu, Ağustos 2001’de yayımladığı “Alman Vakıfları ve Bergama Dosyası” adlı kitabında, iddialarını kısaca şöyle ifade etmişti:

“Yerel basında, yerel yönetimlerde, üniversitelerde, sendikalarda, kamu kurum ve kuruluşlarında, kısacası stratejik öneme sahip birimlerde ‘etki ajanı’ ve ‘Alman sempatizanı’ yetiştiren, şeriatçı yapılanmalardan, çevreci örgütlere, bölücü yapılanmalardan terör örgütlerine, legal derneklerden siyasi partilere uzanan çizgide, Türkiye’ye, ****** ilke ve devrimleri ile Cumhuriyet’in tüm değerlerine karşı olan, ulus devletlerin parçalanmasını isteyen tüm rejim karşıtlarına lojistik destek veren, bu ülkeyi alttan alta oyan bir avuç Alman istihbaratçısı, Türkiye’de vakıf temsilcisi statüsünde görev yapmakta ve Türkiye’de sivil toplum örgütlerini çok iyi kullanmaktadır.”

Alman basını Dr. Necip Hablemitoğlu’nun bir suikasta kurban gitmesine geniş yer verdi. Günlük gazetelerden “Die Welt” ise “Rahat durmayan adam” başlığı altında yayımladığı haberinde, “Dr. Hablemitoğlu’nun çok sayıda hayranı olduğu gibi, çok düşmanı da vardı. Kendi ifadesine göre, son dönemlerde sürekli ölüm tehdidi de alıyordu” denildi.

Devlet kusurlu bulundu

İçişleri Bakanlığı, uğradığı silahlı saldırı sonucu yaşamını yitiren Dr. Necip Hablemitoğlu’nun ailesine toplam 40 milyar lira tazminat ödemeye mahkûm oldu. 2004 yılında davayı sonuçlandıran Ankara 5. İdare Mahkemesi, devletin yurttaşların can ve mal güvenliğinin korunmasında sorumluluğu olduğuna işaret etti.

Meclis araştırması istendi

CHP, Dr. Necip Hablemitoğlu’nun silahlı saldırı sonucu öldürülmesi olayının üçüncü yılında Meclis araştırması açılmasını istedi. Meclis Başkanlığı’na sunulan önergede, Dr. Hablemitoğlu’nun katillerinin ortaya çıkarılamadığı, olayın “faili meçhul cinayet” sayıldığı kaydedildi. Hablemitoğlu cinayetinin araştırılması, irdelenmesi ve yeni siyasi cinayetlerin önlenebilmesi için Meclis araştırması istenen bu önerge kabul edilmedi.

‘Kan üzerine bir şey inşa edemezsiniz’

Aracın içindeki iki genç, dini yayın yapan radyoyu yüksek sesle dinliyordu. Otopark boş olmasına karşın Şengül Hablemitoğlu’nun aracının yanına gelip park ettiler. Ortada garip bir durum vardı. Durumu eşine anlatmak istedi. Eşini aradı ama ulaşamadı.

Çarşamba günüydü, Necip Hablemitoğlu ertesi gün Çankırı’da bir toplantıya katılacaktı. Onun hazırlığı içerisindeydi. Eşi Şengül Hablemitoğlu ise o sabah evden erken çıktı. Arabasını birkaç gündür kullanmadığı için arabanın üzerindeki buzları ve karları temizlemeye çalışırken, bir aracın ona doğru yaklaştığını fark etti. Onun aracıyla yan taraftaki araç arasında bir araçlık bir park yeri vardı. Başka park yerleri de vardı. Ama araç gelip oraya park etti. Aracın içindeki iki genç son derece neşeli ve keyifliydiler. Hava soğuk, aracın camları sıkı sıkıya kapalıydı fakat içerden, o saatlerde dini sohbet yayınlayan bir radyo açıktı, ama o kadar çok açıktı ki, sesi dışarıya kadar geliyordu. Şengül Hablemitoğlu radyonun sesinden, hele de aracın yanına gelip park etmesinden çok rahatsız oldu. Ortada garip bir durum vardı. Şengül Hanım aracın içine iyice baktı, aracın plakasını aldı ve uzaklaştı oradan.

Bu durumu eşine anlatmak istedi. “Fakülteye gidince arayıp söylerim,” diye geçirdi içinden. Sonra nasıl olduysa sabah yaşadıkları bu gariplikleri eşine anlatmayı unuttu. Akşam saatlerinden dersten çıkıp eve geldi. Televizyonda maç vardı. Eşini aradı ama ulaşamadı. Çocuklar maç izliyorlardı. Karlı bir geceydi. Saat 20.00’ye geliyordu, tekrar aradı. Eşinin sesi bitkin ve yorgundu; eşi, alışveriş yaptığını ve eve gelmek üzere olduğunu söyledi. Bir süre sonra kapı çalındı. Şengül Hablemitoğlu kapıyı açtığında karşısında apartman görevlisinin küçük oğlu vardı: “Şengül Hanım, arabanızın yanında bir adam yatıyor.”

Olayın üzerinden 6 yıl geçti. Şengül Hablemitoğlu o günü anlatmak, yeniden o güne dönmek istemiyor; eşini ve olayla ilgili düşüncelerini anlatırken gözleri doluyor:

“Necip hiçbir zaman korkan bir insan olmadı. Ben, Necip’in çok anlamlı yaşadığını düşünüyorum. Tarihe, hem bulunduğu döneme hem de geleceğe iz düştü. Aynı şey Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı için de geçerlidir. Tarihe iz düşen insanları yok ettiler. Bunlar ülkemiz için çok, çok büyük kayıp oldu. Bizim toplum kadar insan birikimini gözden çıkaran hiçbir toplum yok dünyada. Bu insanlar toplumun beyniydi. Toplumun beynini yok ettiler. Ama boşu boşuna da ölmediler. Bu işler nasıl planlanıyorsa gerçekten de nokta seçimler, doğru seçimler yapılıyor, her anlamda. Aile yaşamı, bireysel duruş, zekâ, kapasite… Her anlamda doğru seçim yapıyorlar aslında. Türkiye bir savaş süreci yaşayan bir toplum değil, ama Türkiye’de sürekli birileri öldürülüyor. Öldürmek insani bir şey değil. Birini öldürmek büyük bir şey, bunu yapabilecekler anlayabilir, yapamayacaklar anlayamaz. Bunu ne dinle, ne evrensel değerlerle, ne bir ideolojiyle, hiçbir şeyle açıklayamazsınız. Onun için yaşadığımızın adını koyamıyorum ben. Sadece insani bir şey değil, ne olursa olsun. Ben, yaşasaydı Necip’in bugün konuşacağını, yazacağını çok daha aktif olacağını düşünüyorum. Bu olayı hak etmediğimizi düşünüyorum, çünkü çok mutlu bir aileydik. Dolayısıyla, lanet ediyorum.

Bunu yaptıklarının doğru olduğuna inananlar için söylüyorum. Necip’in yok edilmesinin gerekli olduğunu düşünüp, planlayıp, gerçekleştirenler için söylüyorum: Bu kadar insanın kanının döküldüğü bir toplumun ihya olmasına olanak yok. İnsanların kanı üzerine hiçbir şey inşa edilemez. Güçlü olanlar kan dökerek güçlü kalıyorlar. Ama kan üzerine bir şey inşa etmek olanaklı değil. Böyle düşünüyorum.”

Şeriatçı Terörün Kıskacındaki Ülke: Türkiye

Dr. Necip Hablemitoğlu’nun öldürülmeden önce yazdığı makalelerin yer aldığı, “Şeriatçı Terörün ve Batı’nın Kıskacındaki Ülke: Türkiye” adlı kitabı 2003 yılında yayımlandı. Toplumsal Dönüşüm Yayınları tarafından yayımlanan kitabında şunları söylüyordu: “Özgürlük adına, temel hak ve özgürlükleri yok edeceği önceden bilinen şeriatçılara ve de etnik faşizmi tırmandırarak ülkemizi bir iç savaşa ya da en azından terör batağına götürmeye çalışan bölücülere ‘koşulsuz özgürlük’ isteyen Batılı müttefiklerimiz, Türkiye’ye biçtikleri demokrasi standardının acaba kaçta kaçını kendileri yerine getirmektedirler?”

Kanije Hablemitoğlu: Bizler ve ******çü laik Türk halkı onu asla unutmayacak

Daha 11 yaşında olmak, hayatına anlam veren o adamı, babanı daha doğrusu her şeyini kaybetmek zordu 18 Aralık 2002 akşamı. Bir daha o tatlı ve gülen yüzünü görememek, babanın sana sarılamayacağını ve asla onun yanında hissettiğin kadar güvende hissedemeyeceğini bilmek acıtıyor canını, 11 yaşında olduğuna lanet ediyorsun. Acı olanı, babanı senden alanı tanımıyorsun ve neden sorusu içini kemiriyor... Ne uğruna yaptığını, kaç paraya veya hangi amaçla onu vurduğunu bilmiyor, kardeşine sımsıkı sarılıyor ve bomboş bakıyorsun. Sadece gözünün önüne parçalanmış araba lastikleri, garip telefonlar… Neden 11 yaşındasın? Neden daha fazla zaman geçiremedin onunla, neden onu daha fazla öpemedin, seni seviyorum diyemedin… Neden bir şey yapamayacak kadar küçüksün…

Zaman geçtikçe acının hafiflediği söylenir… Halbuki ben ve ailem hâlâ bekliyoruz, geçmiyor. Aksine yıllar geçtikçe özlem artıyor, kaybınıza olan ihtiyacınız git gide artıyor. Böylesine büyük bir travmadan sonra insanlar sizi anladığını söylüyor, acınızı paylaşıyoruz diyorlar. Bundan daha büyük bir yanılgı olamaz bence… Umuyorum kimse bizleri, yani geride kalanları anlamak zorunda kalmaz babamın faili meçhul cinayetinden sonra. Sorumluluklar artıyor bir kere… Asla normal bir hayat sürdüremiyor ve devamlı tetikte bekliyorsunuz. Türkiye’nin gerçeği haline gelen bu durum, sözde liberal entelektüeller tarafından nedense dikkate alınmıyor. Her geçen gün artık ben ******çüyüm, Türk’üm ve bu ülkeyi bırakmayacağım demek suç haline geliyor, faşizme onlar maruz kalmışken bir de üstüne faşist damgası yiyorlar. Bir kesim rahatsızken göbeğini kaşıyan kesim hâlâ uyuyor… Devrim şehitleri ailelerini, yaşamlarını ortaya koydu amaçları uğruna… Babamın Türk halkı için kendini feda etmesinin benim için ne kadar gurur verici olduğu kelimelerle ifade edilemez.

18 Aralık benim çocukluğumun bitişi oldu… Hayatımda en çok güvendiğim, üzüldüğümde veya hayal kırıklığı yaşadığımda uzanacağım o sağlam dal kırıldı… Hem de sadece iki kurşunla. Ailesini ve ülkesini her şeyin önüne koyan babam, vuruldu. Daha ben sadece bebekken üniversiteden 3 kere atılarak işsiz kaldı ve annem çalışırken bana hem babalık, hem annelik yaptı. Okumayı yazmayı her çocuk daha oyuncaklarıyla oynarken öğretti. Kadınlara olan saygısı, duygusallığı, yağmurda montsuz veya şemsiyesiz yürüyen insanları gördüğünde kendisininkini çıkarıp vermesi, akıl almaz vicdanı, o içten gülümsemesiyle size ne kadar değer verdiğini göstermesi sadece onu tanımadan sevebilmeniz için milyonlarca nedenden birkaçı… Bana bildiklerini ve inandıklarını aşılayarak çok küçük yaşlarda inanılmaz bir altyapı hazırlayan babam, halktan, iddialarını her ne pahasına olursa olsun destekleyen, her zaman üreten bir araştırmacıydı. Bizler ve ******çü laik Türk halkı onu asla unutmayacak… Huzur içinde uyusun…

Cumhuriyet Gazetesi


-BİTTİ-
candost32
candost32

Mesaj Sayısı : 287
Yaş : 38
Kayıt tarihi : 21/12/08

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Sayfa başına dön

- Similar topics

 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz